Sevgi ve Saygıdeğer Yoldaşlarım;
Hepinizi kutlarım, devrimci yüreğimin en sıcak duygularıyla alınlarınızdan öper kucaklarım.
Biz önderlerimizden öyle öğrendik ki, bu kavgaya girdin mi ölüp ölesiye dövüşeceksin. Sonunu düşünerek, maçı idare edelim anlayışıyla bir kavga, devrimci bir kavga olamaz. Çok kez söyleyegeldiğim gibi, aslında Türkiye’de Devrim yapmak da kolaydır. Mevcut mafyatik, Ortaçağcı iktidarı devirmek de kolaydır. Fakat bizi mahveden düşmanlar, bizden görünüyorlar, bizden görünenlerdir. İşte en tehlikeli düşman budur. Halkımız 20 yıldan bu yana mafyatik bir çıkar örgütünden başka bir şey olmayan Tayyipgiller iktidarına katlanmaktadır ve halkın yarıya yakını hâlâ onların peşinden gitmektedir. Ve onların AKP’giller’i hâlâ birinci parti durumundadır.
Bu neden kaynaklanıyor?
Halkımız bir anlamda narkozlanmış gibidir. Tayyipgiller kesimini, Muaviye-Yezid Dini’nin narkozuyla uyutuyorlar, arkadaşlar.
Meclisteki Amerikancı Muhalefet,
yılan yuvası cemaat ve tarikatların çatı örgütü olan AKP’giller kadar tehlikelidir
Tayyipgiller biliyorsunuz, Türkiye’de 30 küsur tarikatın ve onlara bağlı 100 küsur cemaatin çatı örgütü durumundadır. Ve Tayyipgiller’in kendisi de bir tarikattır şu anda. Ve Türkiye’yi adım adım Ortaçağ’a sürükleyerek iktidarını korumak ve var olmak mücadelesi veriyor onlar.
Ama diğer yarısı ne durumda?
İşte onlar da Tayyipgiller kadar tehlikelidir. Muhalefet rolünü oynayan meclisteki Amerikancı 4’lü çetedir bunun sorumluları da. CIA ajanı çok açık söylüyor, Nelson Ledsky ne diyor? “Biz meclisin her yerindeyiz”, diyor. Sadece meclisin her yerinde değil, sol kesimin de her yerinde, sendikaların da her yerinde…
Böylece toplumun tümünü Amerika, onun casus örgütleri, kuşatmış durumda. İşte o yüzden halkımız bunca acıya katlanıyor. Kuru soğana, kuru patatese, kuru ekmeğe muhtaç olmasına rağmen herhangi bir davranışa geçip isyan tepkisi ortaya koyamıyor.
Niye?
Çünkü Ana Muhalefet denen Partinin başındaki TESEVci, Soroscu ve Amerika’nın oraya getirdiği ajan, halkımıza sokağı fobi olarak gösteriyor.
Onur Öymen var biliyorsunuz. Daha önceki CHP’nin ileri gelen milletvekillerinden. Diyor ki; “2008’den itibaren Kılıçdaroğlu’nu Amerikalılar CHP’nin başına geçirmek için çalışma başlattılar.” 2010’da geçirildi biliyorsunuz. 2 sene önceden aktif çalışma başlatıyorlar. Ve CHP’nin bir dönem sözcülüğünü yapan Samsun Milletvekili Dr. Haluk Koç diyor ki; “Amerikalılar beni öldüreceklerdi. Çünkü ben onların çıkardığı adayın karşısında kendimi aday olarak ortaya koydum. Onlar buna izin vermediler. ‘Bizim çıkardığımız adayın karşısına çıkmayacaksın’, dediler. Avrupa’ya bir toplantıya gidecektim, sıfır araba almıştım. Havaalanına onunla gittim. Üç gün sonra döndüm, havaalanında, Ankara’da şehre dönerken, arabamın direksiyonu bir anda boşa çıktı. 9 takla attım, belim kırıldı. Mesajı anladım ve çekildim.”
Bunu Haluk Koç söylüyor. Şu anda da milletvekili değil mi CHP’nin. Ve bunu yine CHP’nin üyelerinden Mustafa Kemal Tığcıoğlu söylüyor, aktarıyor aynen.
Yani demek istediğimiz arkadaşlar, Ana Muhalefetin durumu bu. Amerikancı Burjuva Kürt Hareketinin başındakilerin durumu zaten apaçık meydanda. Onlar NATO’culuklarıyla övünüyorlar biliyorsunuz. “Amerika’dan rol istedik”, diye açık açık söylüyorlar. Demirtaş’tan Gülten Kışanak’a kadar açıkça; “Amerika’dan rol istedik, bize Suriye’de rol ver dedik”, diye açıklamalar yaptılar, Amerika ziyaretleri sonucunda.
Öbürleri zaten Tayyipgiller’den farklı değil ki; Saadet’i, Tayyipgiller’den dökülen, Tayyip’in kapıya koyduğu Davidson’un partisi, Babacan’ın partisi…
Yani demek istediğimiz, muhalefeti de bunlar bloke ediyor. İşçi Sınıfını Sarı Sendikalar yok ediyor. Nakliyat-İş’in dışında gerçek anlamda sınıf sendikası yok. Hepsini sermaye, yani Amerika yönlendiriyor. Böyle olunca halkımız örgütsüz ne yapsın? Çaresiz katlanıyor acılara.
Türkiye’deki Amerikancı Sefalet Solu
insanlarımızın inancını, güvenini, örgütlülüğünü yok etti
1977 1 1Mayıs’ında biz oradaydık, Taksim’deydik. Ve Sıraselviler Caddesini biz Konya’dan gelen ekip olarak tutuyorduk, o caddenin güvenliğini sağlıyorduk. Ve alanda 500 bin kişi vardı. Bugün aradan kaç yıl geçmiş yoldaşlar? 45 yıl…
45 yıl sonra bu 1 Mayıs’ta Maltepe Dolgu Çukuruna kaç kişiyi götürdü dönekler, hainler?
20 bin kişiyi.
1977’de Türkiye’nin nüfusu kaçtır arkadaşlar?
40 milyon…
Bugün iki katından fazla yani 85 milyon. Ama 1 Mayıs’ı kutlamak için Dolgu Çukuruna götürdükleri insan sayısı 20 bin kişi.
Yani 1977 1 Mayıs’ına göre 25 katı küçülmüş 1 Mayıs’ı Dolgu Çukurunda kutlayanların sayısı. 25’te bire düşmüş.
Pekiyi o 24 katı nereye gitti?
Eridi, yok oldu, umutsuzluğa kapılıp hak arayamaz hale geldi. İşte bu Sefalet Solu (sosyal demokrasisinden kendisini sosyalist sol olarak adlandıranlarına kadar), insanlarımızın inancını, güvenini, örgütlülüğünü yok edip gitti.
Bunların tamamının ideolojileri iflas etmiştir. O sebeptendir bunların savrulup Amerika’nın yörüngesine yerleşmeleri. Fakat Amerikancılıkları onları da çürütüp, eritip yok ediyor dirhem dirhem. Çünkü ideolojik olarak var olmayan bir hareketin pratikte var olması mümkün değildir. Çünkü devrimci pratiğe yol göstermesi için devrimci teorinin ve o teoriyle silahlanmış bir partinin olması gerekir. Bunlar, teoriden yoksun oldukları için, hepsi birer suretten, görüntüden ibarettirler. İçleri koftur, boştur. İşte ortalığı böylesine birer molozdan, hurdadan oluşmuş bu kalp-sarı örgütlerin kaplamış olması, halkımızın kafasını bulandırıyor, onu şaşkınlık içerisinde bırakıyor ve de bugün gösterdiğimiz gerçek devrimci yolu, kurtuluş yolunu görmesini engelliyor. Bu Sahte Soytarı Solların sebep olduğu bulanıklık ve onların yarattığı karanlık yüzünden Türkiye’de halkımız da çok geriye gitti. Yukarıdaki rakamların karşılaştırılması bu geriye gidişin açık ölçütü ve göstergesidir.
1 Mayıs’ı sadece Taksim için mücadele edenler kutlamıştır
O 20 bin kişiyi o Dolgu Çukuruna götürenler 1 Mayıs kutlamadılar. Eğer onlar olmasa, inanın yine 100 binlerce kişiyi biz Taksim’e götürürdük. Tayyip bu yasağı uygulayamazdı bize, buna gücü yetmezdi. Keyfi yasak uyguluyor adam ya. Hiçbir yasal tutanağı yok, bir gerekçesi yok. “Ben çıkmanızı istemiyorum, çıkmayacaksınız.”, diyor. Ne uluslararası planda böyle bir yasa var, ne Türkiye’nin şu anki kanunlarında böyle bir yasa var. Yok.
İnsanlar protesto eylemlerini hiçbir yazılı, yasal izne başvurmadan yapabilirler. İstedikleri yerde yapabilirler, yasalara göre. Adam kanunsuz, keyfi yasak koyuyor bize ve buna insanlar uyuyor.
E şimdi, 1 Mayıs’ın adı ne?
İşçi Sınıfının Mücadelesinin uluslararası bir mücadele olduğunu ortaya koyan bir ad. Uluslararası Birlik, Dayanışma Ve Mücadele Günü.
Birlik, Dayanışma ne için?
Mücadele için.
Kime karşı?
Yerli-yabancı parababalarına karşı. Uluslararası Emperyalizme ve onların yerli işbirlikçilerine karşı. Yani bugün o gündür.
Sen kanunsuz bir şekilde bizi aşağılamak için, Tayyip’in marş marş çekerek gönderdiği yerde 1 Mayıs kutlayamazsın. Bu alçaklıktır, namussuzluktur, dönekliktir bu. Yüreğin yetmiyorsa yapma. “Bende o cesaret yok, yapamıyorum”, de.
Ama hain oldukları için oraya gidiyorlar, insanlarımızı oraya çağırıyorlar. Yoksa 1 Mayıs’ı çok daha kalabalık kutlardık. Yani demek istediğimiz, 1 Mayıs’ı sadece Taksim için mücadele edenler kutladı, arkadaşlar. Öbürlerininki kutlama değil. Teslimiyet, diz çökme. Sen mücadeleden vazgeçiyorsun ya!.. Nasıl 1 Mayıs’tan söz etme hakkını görüyorsun kendinde? 1 Mayıs piknik yeri değil, şölen değil, eğlence değil, festival değil. Mücadele günü 1 Mayıs.
Sen mücadeleden kaçıyorsun, teslim oluyorsun ondan sonra 1 Mayıs’ı ağzına alıyorsun. Hangi yürekle alıyorsun?
Biz her şeyin gerçeğini savunuruz, gerçeğini söyleriz, arkadaşlar. Bizim yazılarımızın bir tek satırını onlar yazamaz, bizim cümlelerimizin bir teki bunların ağzından çıkmaz.
Şu anda Türkiye’de İkili Devlet vardır
Biz, bir zamanlar Nazi Almanyası’nda olduğu gibi Türkiye’de İkili Devlet var, diyoruz. Artık TC. Devleti çökmüş, yıkılmış, enkaz…
Peki, şu anda hüküm süren devlet kimin?
Tayyipgiller adlı Ortaçağcı, mafyatik bir din devleti şu anda bu devlet. Ve bütün uygulamalar onun uygulamalarıdır. Buna karşı mücadele ediyorsak demokratız, devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Bunu böylece görüp, buna karşı mücadele etmiyorsak o zaman teslim olmuşuz demektir. Ve insanlığımızı savunamayız o zaman. Ve biz bunları sadece yazıp, çizmiyoruz. Onların yargıçları, savcıları karşısında da aynı şeyleri söylüyoruz: “Siz Türkiye Cumhuriyeti adına yargılama yapmıyorsunuz. Siz Kaçak Saray’ın bir operasyon silahısınız, onun bir sopası olarak onun çıkarlarını savunuyorsunuz burada. Tiyatro oynamayın, oynatmayın bize. Sizin savunduğunuz insan, bizim ona hakaret ettiğimizi iddia ettiğiniz insan, bir tek gün bile Türkiye’nin tepesinde olmayı bırakın, kamu görevi yapamayacak durumdadır. O kriminal psikopattır, o mitomandır, o narsistik anti- sosyal kişilik bozukluğuna sahip bir zattır. O yüzden bir tek gün bile kamu görevi yaptırılmaması gerekir bu insana”, diyoruz. Ve bunu kayda geçirmek için onların karşısında söylüyoruz, onların dosyasına sokuyoruz bunları.
Şimdi kalkıp medyada, siyasette daha önce de söylediğimiz gibi biri; “Sayın Erdoğan, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Bakan”, diyorsa, hem muhalefet rolünü oynuyor hem de bunları söylüyorsa bilin ki o alçaktır, korkaktır, namussuzdur. İşte o yüzden Tayyipgiller devran sürüyor 20 yıldan bu yana. Sen ona “Sayın Erdoğan, Sayın Cumhurbaşkanı” dediğin anda, onun mafyatik yapısını, onun bir suç örgütü olduğunu, onun Laik Cumhuriyeti kerte kerte yıkarak enkaza çevirdiğini ve onun 300 milyar dolarlık kamu malını sadece kendisi ve ailesi için aşırıp, zimmetine geçirdiğini yok saymış olursun.
İşte Türkiye bu sahte-sarı muhalefet yüzünden bu haldedir.
Yoksa buna tahammül edilir mi ya bu iktidara? Bu zulme, bu vurguna, bu soyguna, bu ihanete, bu yalana tahammül edilir mi?
Kimse etmez. Ama bunları söyleyince işte tek başımıza kalıyoruz. Nasıl Usta’mız ömrü boyunca bir anlamda tek başına kalmışsa, onu gerçek anlamda anlayan (TKP’li yoldaşları, adsız neferlerin dışında) olamamışsa, biz de aynıyız.
Neylersiniz, işte ne diyelim?..
Eğitimin birincil amacı zihni çalıştırmaktır
Sınıflı toplumların yarattığı insanların yaptığı, kendilerine, dostlarına ve kendini savunanlara bir zulümdür bu. İşte Lenin’in ülkesinde de Lenin’in heykellerini yıktılar değil mi, arkadaşlar? Yani Lenin gibi, 20’inci Yüzyıl’da yaşamış bir dâhinin, bir büyük devrimci önderin kıymetini bilmedikleri gibi heykellerini yıkıyorlar. Ve bu ülke 70 yıl sözüm ona sosyalizmi yaşadı, komünizmi yaşadı. Demek ki sınıflı toplum insanları öylesine çamurlara buluyor ve insanın kâr hırsı, çıkar hırsı insanda öyle bir zihin hasarı yaratıyor ki, gerçekleri görmesi, kavraması hayli zorlaşıyor. Çok zorlaşıyor.
O yüzden hep söyleyegeldiğimiz gibi, eğitimin birincil amacı zihni çalıştırmak. Öğrencimizin, genç evladımızın çalışan bir zihne, sorgulayan bir akla ve bunların sonucunda aydınlık bir düşünceye sahip olmasını sağlamak; birincil görevi budur eğitimin. Bunu sağlayamazsak dünyada ve ülkemizde olup biten olaylara dair bilgiler gelir belleğe yüklenir, yığılır fakat bunların arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kuramaz o zihin. Sistematik olarak o olayların, durumların birbirleriyle ilişki-çelişkilerini kavrayıp sebep-sonuç ilişkilerini görüp işleyemez. Sağlıklı, tutarlı bir sistemden geçirip yol gösterici, geliştirici, olumlu yönde dönüştürücü hükümler kuramaz.
Demek ki eğitimde öncelikli iş, zihnin işlemesini sağlamaktır. Önce bunu sağlayacağız. Yani insan, herhangi bir konuya yöneldi mi, onun gerçeğini bulmaya, tüm ilişki çelişkileriyle, tüm bağlantılarıyla gerçeği görmeye alıştıracak eğitim zihni. Ama orada kalmayacak, Marks-Engels Ustaların dediği gibi; yani sadece dünyayı kavramak ve yorumlamakla yetinmeyecek. Onu dönüştürmek için, insancıl bir dünyaya ulaşmak yolunda, olayları dönüştürmek ve yönlendirmek için mücadeleye de girecek.
İşte o da ne sayede olur?
Bu eğitimin birinci görevini başarıyla yaptığımız insanların, ikinci bir görevi daha yüklenmesiyle gerçekleşir.
O da nedir?
İnsani ve vicdani duyguları, değerleri o öğrencimize, o evladımıza vereceğiz, anlatacağız. Onun bilincine ve ruhuna yükleyeceğiz, kalbine yükleyeceğiz, arkadaşlar.
İşte o zaman sadece kendisi için yaşamayacak, sadece kendi çıkarlarının peşinde koşmayacak. Öyle bir yaşamın, insan olmaya yetmeyeceğini görecek. İnsan olarak, hayatına anlam vererek yaşayabilmek için bütün insanları düşünecek. Kendini değil, tüm insan soyunu düşünecek ve tüm hayvanları düşünecek. Ve yaşadığımız doğayı hem bugün yaşanılır kılmak, hem de gelecek nesillere tertemiz teslim edebilmek için doğayı korumayı öğrenecek. Ancak öyle eğitilen, bu değerlerle yüklü olan insanlar, insan olarak varlıklarını sürdürebilirler ve ölünceye kadar hep insan kalırlar. Ancak o insanlar, hayatlarına insana yaraşır bir anlam yükleyebilirler. Onun dışındaki bütün yaşam biçimleri insana yakışmaz. Başka türlü bir hayat yaşamak, başka işler peşinde koşmak boşa giden bir hayatı yaşamış olmak anlamına giler. Hayatı boşa vermiş, heba etmiş olmak anlamına gelir.
Halkımızın dediği gibi, “kefenin cebi yok”; trilyonları da biriktirsen sonunda ne olacak?
Hiçbir faydasını göremeyeceksin. İnsanın yiyeceği, içeceği, tüketeceği sınırlı… Ama işte sen bu gerçekleri kavrayamazsan, servet biriktireyim diye hem insanlıktan çıkarsın hem insanlara zulmedersin hem de hiçbir zaman insan olamazsın. Kendine de yazık edersin, insanlığa da yazık edersin.
Taksim’den vazgeçersek aynalara bakamayız
Demek istediğimiz Yoldaşlar, (yorgunsunuz sizi fazla tutmak istemiyorum aslında ama) biz bugün, 1 Mayıs’tan vazgeçseydik, aynalara bakacak yüzümüz kalmazdı. Taksim’den vazgeçersek aynaya bakamayız; korkmuş oluruz. Taksim’e sahip çıkmak demek, ille de Taksim Meydanı’na çıkıp orada serbestçe, özgürce 1 Mayıs’ın anlamını konuşmak demek değildir. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak demek, bize konan despotça, zalimce, kanunsuzca yasakları yırtmak, çöpe atmak için yiğitçe mücadeleye girmek demektir.
Tayyip, keyfi biçimde, kanunsuz bir biçimde bu yasağı niye koydu bize?
Güç gösterisinde bulunmak için… Bizi yenmek, aşağılamak için… Bunu kabul edersek haksızlık karşısında boyun eğmiş oluruz. Böylece de hakkımızla birlikte onurumuzu da kaybetmiş oluruz. Bize hiç kimse bunu yapamaz, bunu kabul ettiremez! Ne Tayyip’in ne de dünyada başka herhangi bir zalim diktatör odağın gücü bizi boyun eğmeye razı edemez! Hiç kimse bizi korkutamaz, sindiremez! Bize kanunsuzluk, haksızlık yapana karşı son soluğumuza kadar savaşırız biz.
Ne diyoruz biz hep?
Onur yaşamdan önemlidir!
O yüzden sevdiğim komünist şairimiz ve komünist olarak ölen, ender şairlerden biri olan Arif Damar ne diyor?
İlle görmek için mi beklenir güzel günler.
Beklemek de güzel
diyor. Ve biz ne ilave ediyoruz bu dizeye?
Ve en güzeli de, o güzel günlere bir an önce ulaşmak için kavgaya girmektir, arkadaşlar. En güzeli de budur. Ve biz bu en güzel işi yapıyoruz. Ve biz belki de Taksim’i özgürce kutlamaktan daha fazla, insanca bir görev yapıyoruz. Ve bize daha fazla haz veren bir görev yapıyoruz. Taksim Vatanımızı özgürleştirmek için savaşa giriyoruz, savaşıyoruz. Yani bu bakımdan 1 Mayıs’ı da sadece Taksim için savaşanlar kutladı. Öbürleri ihanet ettiler, öbürlerininki kutlama filan değil. Diz çökme, teslimiyet ve ihanet. Başka hiçbir şey değil öbürlerininki. Yaptıkları muhalefet de böyle, yazıları çizileri de böyle, kurdukları ilişkiler de böyle. Ama o devrimcilik değil.
Diyoruz ya biz, “Gerçek Devrimcilik”… Bir şeyin gerçeği var, sahtesi var. Biz Gerçek Devrimciyiz, biz Gerçek Komünistiz, biz önderlerimize gerçekten layık olan devrimcileriz. O bakımdan asla Taksim’den vazgeçmek yok!.. Sonunda özgürleştireceğiz ve Tayyip de artık ihanet yolunun sonuna geldi. Ve Taksim önümüzdeki 1-2 yıl içinde özgürleşecek. Orada da kutlayacağız ama belki bugün bu kavgayı vererek aldığımız hazzı, orada özgürce kutlayarak alamayacağız, daha azını alacağız, arkadaşlar.
Kavgamız Proletarya Enternasyonalizminin Zaferine dek sürecek!
Yani kavgayı ne zamana kadar vereceğiz?
Parababalarını ve onların zulüm, soygun, vurgun düzenini alaşağı edinceye kadar. Onunla da yetinmeyeceğiz. Çünkü İşçi Sınıfı Davası uluslararası bir davadır, tüm dünyada Proletaryanın iktidarını kuruncaya kadar ve sınıfları ortadan tüm dünyada kaldırıncaya kadar bu kavga sürecek, arkadaşlar. Kesintisiz bir şekilde… İnsan olmak bunu gerektirir, bu umutla mücadele etmeyi gerektirir ve biz öyle mücadeleyi öğrendik önderlerimizden; onların bize bıraktığı teorik mirastan ve onların yaşayarak bize ettikleri örneklikten. Ve biz de böyle yaşamak, gençlerimize, yeni kuşaklarımıza bunları aktarmak, bunları öğretmek göreviyle sorumluyuz.
Ne olur sonunda?
Ne olursa olur… Onu düşünen devrimci olamaz. Önemli olan kavgayı yiğitçe, bilimcil yöntemlerle sürdürmektir. Gerisi bizim dışımızda olan şeylerdir.
Ve yoldaşlar gördüğünüz gibi, düşman bize saldırdıkça bizim öfkemiz, bizim kinimiz, bizim mücadele azmimiz daha da artıyor ve daha da artacak. Mustafa Yoldaş; “Hoca, üslubunu gittikçe sertleştiriyorsun, satırların giderek daha sert oluyor.”, diyor. Ama o, düşmanın saldırısından kaynaklanıyor. O saldırdıkça biz de mücadele gücümüzü, saldırımızın şiddetini artırmak durumundayız.
Yoldaşlar, yüreğimiz aynı tempoda çarptığı için ve birbirimizi çok kolay, çok sıcak bir şekilde anladığımız, kavradığımız için ben mutluyum. Sayımızın azlığı önemli değil, giderek bizi anlayanlar çoğalacak. Etkimiz, adımız, gücümüz yatay bir şekilde gittikçe yayılıyor, biliyorsunuz. Gittikçe duyuluyoruz. Artık Partimizin adını da, mücadelesini de aydın geçinen insanların önemli bir bölümü, çok önemli bir bölümü biliyor, duyuyor. Ve sadece size güveniyoruz diyorlar, biliyorsunuz, bizim dışımızdaki insanlar, bizi hiç tanımayanlar. Ve iyi ki varsınız, diyorlar dikkat ederseniz, arkadaşlar. İşte o insanların sayısı giderek artıyor ve bu sonunda mutlaka kitleselleşecek. Ve zafer bizim yürüdüğümüz, bizim işaret ettiğimiz yolun sonunda gerçekleşecek.
Onların hepsi yok olacaklar, bizim Sevrci Soytarılar diye kimliklendirdiklerimizin adı sanı, ismi cismi hiçbir şeyi kalmayacak. Ama biz hep Devrim Tarihinin altın sayfaları arasında yer alacağız. Gelecek kuşaklar bizden; “Meğer bu insanlar halklarını ne kadar çok seviyorlarmış. Devrimi, sosyalizmi, komünizmi, insanlığın kurtuluşunu ne kadar çok arzuluyorlarmış, ne kadar fedakârlıkla mücadele etmişler.”, diye bizi övgüyle yâd edecek, övgüyle öğrenecek, araştıracak ve dersler çıkaracak, arkadaşlar.
İşte bizim yaşamadan anladığımız, insan olmaktan anladığımız bu!..
Sizi daha fazla yormayayım, sonunda zafer mutlaka bizim olacak.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!