Kriminal Psikopat Tayyip ve avanesinin askeri kışlaya hapsederek on binlerce insanımızı ölümün kollarına attığının iki canlı tanığı daha: Emekli Orgeneral Hurşit Tolon ve Depremzede Edvar Aksakal

Askerin ve maden işçilerinin deprem bölgesine koşup can kurtarmasına izin vermeyerek on binlerce insanımızın yıkıntılar altında günlerce acı çekerek ölmesine sebep olan Psikozlu Tayyip ve avanesinin işlediği bu ağır ve affedilmez suçun bir kanıtını da Emekli Orgeneral Hurşit Tolon ve bir depremzede yakını Edvar Aksakal ortaya koyuyor; açıkça, kesince, netçe…

Türk Ordusu’na CIA tarafından kurulan kumpasın, kısa süre önce kaybettiğimiz Emekli Orgeneral Şener Eruygur’la birlikte ilk kurbanlarından olan Tolon Paşa’nın, (Hukukçu yoldaşlarımız kendilerini yani bu iki Paşayı FETÖ ve Tayyipgiller tarafından tıkıldıkları Kandıra Zindanı’nda birçok kez ziyaret edip onlara moral ve güç vermişti. Hiçbir ücret talep etmeksizin, savunmalarını, istemeleri halinde gönüllü olarak yapabileceklerini de belirtmişlerdi) 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’yle ilgili şu anlatımını bir okuyalım:

***

Deprem saat 03.02’de oldu. Biz birinci katta oturuyorduk. Hemen eşime balkona gitmesini ve orada beklemesini söyledim. Ben hemen Kolordu Karargahı’na geçtim. Depremden 7 dakika sonra 03,09’da karargahtaydım. Karargah subaylarıyla birlikte. Hemen Kolordu’ya bağlı birlikle temasa geçmeye çalıştık. Telefonlar çalışmıyordu. Kara Kuvvetleri’nin verdiği uydu telefonları ve telsiz haberleşme sistemlerini devreye soktuk. Her askeri birliğin bir afet durumunda ne yapacağı önceden planlanmıştı. Kolorduya bağlı birlikler bu planlar çerçevesinde hemen harekete geçtiler. Ben 20 dakika sonra Valilik binasında Vali Memduh Oğuz ve Belediye Başkanı Sefa Sirmen’le buluştum. Hemen bir kriz masası kurduk. Helikopterle havadan deprem bölgesini taradık. Öncelikle müdahale edilecek yerleri saptadık ve askeri birlikleri, sivil arama kurtarma ekiplerini, itfaiye ekiplerini yönlendirdik.

“Gölcük’te ağır hasar vardı. Donanma etkilenmişti. Biz hemen kara Kuvvetleri olarak Gölcük’e de yardıma gittik. Hemen seyyar mutfaklar, çadır kentler ve sahra hastanesi kurduk. Sakarya’da o zaman tuğgeneral olan Saldıray Berk Paşa vardı. O da Sakarya stadyumunda büyük bir çadır kent ve hastane kurarak, kurtulan depremzedeleri yerleştirmeye başlamıştı.

EMASYA Protokolü yetkiyi valiye veriyor, vali de bu yetkisini kullanarak askeri göreve çağırıyor. Örneğin vali de depremde mahsur kalsa protokol hemen işletilebiliyor. Asker üzerine düşeni yapıyor. Sistem hızla çalıştırıldı ve müdahale yapıldı. Sonra Başbakan ve bakanlar geldi. Çalışmalarımız hakkında bilgi verdik. Onlar da bize destek oldular, moral verdiler. Her ile bir bakan koordinatör olarak görevlendirildi. Birlikte çalıştık.

Sonra bütün çalışmalarımızı rapor altına aldık”

Raporlar hazırlandı, askeri ve sivil kurumlara gönderildi. Valiliğe, belediye başkanlıklarına, askeri birliklere. Bu raporlar hâlâ duruyor. Ama Maraş depreminde gördük ki yararlanılmamış, bir ders çıkarılmamış, gereken hazırlıklar yapılmamış. Oysa biz detaylı raporları hazırlayıp göndermiştik. Ben daha sonra İstanbul’a 1. Ordu Komutanı olarak atandım. 2005 yılında her yıl yapılan plan tatbikatları sırasında, ben, o yıl, olası İstanbul depremini çalışacağımızı söyledim. Çalıştık. Üç gün süren seminerler verildi. 7’nin üzerinde bir olası deprem senaryosu çalışıldı, neler yapılması gerektiği planlandı. Ancak bu çalışmalardan sonra yararlanıldı mı bilmiyoruz.[1]

***

Demek ki arkadaşlar; deprem olur olmaz anında harekete geçen asker, elindeki daha önceden hazırlanmış olan planlar doğrultusunda felakete müdahale ediyor. Ve kurtarılabilecek canların azamisini kurtarıyor. Ve enkaz altındaki canlı insanlarımız kimsesiz kaldıklarını düşünüp ümitsizliğe kapılmıyor. Ve Enkazın başında yakınlarının çıkarılmasını bekleyen insanlarımız da aynı şekilde, güvenecekleri, kendilerine ümit sunan kurtarıcılar buluyorlar yanı başlarında. Yani yapılabilecekler başarıyla yapılmış oluyor, eldeki imkânlar ölçüsünde.

Daha önce aktarmıştık; AKUT Kurucu Başkanı Nasuh Mahruki de Hurşit Tolon’a paralel açıklamalar yapmıştı. O da böyle bir kanaatte olduğunu belirtmişti.

Fakat 6 Şubat 2023 faciasında Tayyip ne yaptı?

Hulusi Akar, Süleyman Soylu ve Mehmet Ersoy’un ortaklaşa aldıkları kararla çok az sayıda da olsa sahaya çıkarmış oldukları askeri; “Nasıl benden habersiz böyle bir karar alırsınız!”, diyerek geri çektirmişti. Ölenler kalanlar, acı çekenler hiç umurunda olmamıştı onun.

Zaten FETÖ’yle birlikte Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. adlarla CIA yönetiminde sürdürdükleri operasyonlarla Orduyu kurt dalamış keçi sürüsüne döndürmüşlerdi. Kaçak Saray’dan izinsiz kışlasından bile çıkamaz hale getirmişlerdi. Yani kaşar Ortaçağcı, Tayyip’in eski Eğitim Bakanlarından Hüseyin Çelik’in deyişiyle “Site bekçisi” durumuna düşürmüşlerdi Orduyu.

CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın yaşayarak tanıklık ettiği, Tayyipgiller tarafından yapılan akıl almaz halk düşmanlığıyla ilgili anlatımını daha önceki bir yazımızda aktarmıştık. Depremin ikinci gününde Zonguldak’ta müdahaleye hazır bekleyen Taşkömürü Arama Kurtarma işinde uzman 500 işçinin felaket bölgesine gitmelerine de izin vermemişti, Tayyipgiller iktidarı ve onun imamlar örgütü AFAD.

D. Yavuzyılmaz; “Uzun uğraşlar sonunda ancak 85 işçinin maden bölgesine gitmesine izin çıkarabildim, o da işçilerin ancak karayoluyla gidebilmelerini içeriyordu. O günkü koşullarda işçilerin felaket bölgesine ulaşmaları 10-12 saati bulacaktı”, demişti.

Yani 415 işçinin; ekipmanlarıyla birlikte harekete hazır olarak bekledikleri halde felaket bölgesine, bırakalım havayolunu, karayoluyla bile gitmesine izin vermiyordu Tayyipgiller’in AFAD’ı ve “şahsının valisi.” O halk düşmanları örgütü istiyordu ki, o bölgede sadece kendi “AFAD” adlı arama-kurtarma işiyle hiç ilgisi olmayan imamlardan vb. kategorideki insanlardan oluşmuş örgütü görülebilsin; böylece de sadece kendi adları duyulsun. Bunların bir iş başarıp başaramayacakları, bu arada on binlerce insanımızın hayatını kaybedeceği hiç hesaba alınmıyordu, bu AKP’giller adlı mafyatik, çıkar amaçlı suç örgütü iktidarınca.

21 yıldır yaptıkları onca ihaneti, onca halk düşmanlıklarını, onca yıkımı, talanı, soygunu, vurgunu nasıl olsa yedirmişlerdi halkımıza. Din, İman, Allah, Kitap, Ezan, Bayrak maskesini takındılar mıydı kolayca kandırıveriyorlardı saf, bilinçsiz insanlarımızı. Bu felaketle ilgili de öyle yaparız, diye düşünüp davranmışlardı.

Fakat iletişim çağındaydık ve yaşanan facianın, yok yere heder olan canların büyüklüğü hesaba kitaba sığmaz boyutlara ulaşmıştı. Öylesi bir ihanetin gizlenmesi, daha önce olduğu gibi bu konuyla ilgili halkın kandırılması olası değildi. Nitekim öyle de oldu. 48 saat sonra Psikozlu Tayyip nihayet az sayıda da olsa askerin sahaya inip can kurtarmaya girişmesine izin verebildi. Kaldı ki o durumda bile felakete koşan askerlerimizin sayısı 26 binle sınırlı tutuldu.

Oysa böylesi geniş bir alanı kapsayan, 10 şehrimizi ve 14 milyon insanı vuran bir deprem felaketinde gerekli ekipmanlarla donatılmış halde 100 bin askerimizin anında görevlendirilmesi gerekirdi bizce. Tabiî buna ilaveten, maden işçilerimizin bu konuda uzmanlaşmış olan unsurlarının tamamının, şehirlerimizin itfaiye teşkilatlarının büyük bölümünün yine hızla bölgeye ulaştırılması ve can kurtarmaya girişmesi gerekirdi. Ancak o zaman Türkiye’nin bu konuda sahip olduğu kapasite bütünüyle kullanılmış, en fazla sayıda insanımız sağ olarak kurtarılmış olurdu.

Ama Tayyipgiller’in halk düşmanı iktidarı buna izin vermedi. Böylece de sahip olduğumuz kapasitenin büyük bölümü kullanılmadı, kullandırılmadı.

İşte bu sebeple de pek çok canımız bu halk düşmanlarının ihaneti sonucunda yok yere öldü. Daha doğrusu öldürüldü.

Şimdi de, arkadaşlar; bu faciada annesini, kardeşini, yeğenlerini kaybeden Edvar Aksakal adlı bir depremzedenin şu yürek yakan, insanın gözlerini yaşartan anlatımına bakalım bir. Videosunu izleyelim ya da tapesini okuyalım:

***

Videonun Tapesi

Şule Aydın: Edvar Aksakal merhaba. Sabır diliyorum size önce, başınız sağ olsun. Şimdi bir daha bir daha size bu acıyı yaşatmak istemiyoruz ama bunların da kayda geçmesi, Tarihe de not olarak düşülmesi lazım. Çünkü insanlar o günün acısıyla yaşadıklarını anlatamadılar. Bunlar anlatılsın ki Tarihe not düşsün. Bu nedenle size bir kez daha yaşatıp anlatmak durumunda kalacağız. Siz de kardeşinizi kaybettiniz. O gün neler yaşadınız, neye ulaşmaya çalıştınız da ulaşamadınız?

Edvar Aksakal: Deprem olduğunda ben İstanbul’daydım. Küçük kız kardeşim yanıma gelmişti İstanbul’a. Onunla da sohbet ediyorduk. Deprem olduğu anda haber geldi kız kardeşime, biz de tabiî telefonlara sarıldık. Anneme, babama, kız kardeşime yani vefat eden kız kardeşime, yeğenime ulaşmaya çalıştık, ulaşamadık. En son binanın en üst katında oturan Süreyya var, Şükran ona ulaştı, kız kardeşim. Kendisi enkazın altındayken telefonu açtı, “yardım edin enkazın altındayım, bina yıkıldı”, dedi. Onun üzerine ben de hemen 15-20 dakika sonra, yarım saat sonra kendi aracımla kız kardeşimle beraber yola düştüm. Aşağı yukarı 12 saat sonra da Atatürk Caddesinde’ydim yani Antakya’daydım, Hatay’daydım. Çok kötü bir hava var.

Şule Aydın: Edvar Bey sizden çok özür dileyerek, mikrofonu biraz yaklaştırmanızı rica edebilir miyim? Çok sağ olun.

Edvar Aksakal: 12 saat sonra Antakya’ya vardım, Atatürk Caddesi’ne. İndik kız kardeşimle beraber, çok yoğun bir yağmur vardı, çok kötü bir hava vardı. Koşmaya başladık caddede, bizim eve dönen sokak kapanmıştı enkazdan. Biraz daha ilerden Asi Nehri tarafından geçerek arka taraftan dolandık. Sokağa döndüğümde hem karanlık, hem kimsenin olmadığı… Yani hiç kimse yoktu. Ve binalardan insanlar yardım istiyordu. Sokağa girdim, enkaza gittim, ben de tabiî bağırmaya başladım annemi, babamı, kız kardeşimi bulmak için.

Varır varmaz ilk önce babaannemi gördüm. Babaannem deprem şiddetiyle beraber dışarı doğru fırlamış, bacağı sadece kolonun altında kalmış. Ve ona baktık, vefat etmişti, üstünü örttük sonra devam ettik aramaya. Ararken üst kat komşumuz var, Hatice Hanım, o bize seslendi “yardım edin”, diye. Biz bağırınca o bizi duydu. O da kocası, kendisi ve üç çocuğuyla sıkışmıştı orada. “Bize bir hava deliği açın, nefes almakta zorlanıyoruz”, dedi. Önce onu yapmaya çalıştık, onu yaptık. Sonrasında ben Hatice’ye dedim ki, “Bir dakika sadece sessiz ol. Bağırayım, babamın, annemin sesini duymaya çalışıyorum. Ben seni çıkaracağım ama bir dakika sadece.” “Tamam” dedi.

Bağırdım işte o ara babamın sesini kız kardeşim duydu. “Babamın sesi bence bu”, dedi. Çok az geliyor, çok az bir ses duyabiliyorsunuz. Ben de dinledim, babamın sesine benzettim. Tabiî elimizde hiçbir şey yok. Ben de seslendim dedim, “Baba duydum seni çıkaracağım bir saniye, malzeme getireceğim.”

Enkazdan çıktım böyle bir elli metre ileride bir grup asker gördüm, 20 kişilik bir asker gurubu, başlarında da bir komutan vardı. Onlara gittim tabiî yalvardım işte hem Hatice’nin oğlu Efe, ilk çıkardığımız o oldu zaten küçük bir çocuk. O da ağlıyordu, bağırıyordu. Hem onu söyledim, hem babamı, annemi söyledim. Komutan da sağ olsun dedi ki, “Yeri göster, gidelim.”

Gittik, onların elinde de bir şey yok. Bir tane kürek, kazma başka bir şey yok. Balyoz buldular bir yerden, askerle beraber kazmaya başladık. Hem Haticeleri çıkaralım diye hem babama ulaşmaya çalışıyoruz. İlk zaten Hatice’nin oğlu çıktı. Hatice’nin kocası da hayattaydı aslında, konuştuk, ama ona yetişemedik o biz çıkarana kadar vefat ettiler. Çünkü aynı gün çıkarılamadı hiçbiri. Bir oğlu da öldü, ortanca oğlu.

Askerin bir kısmı orayı kazarken komutan ve yanında birkaç asker benimle beraber, çukur açmaya çalıştık. Balyozla tabiî betonu ne kadar kırabiliyorsanız kırdık. Sonra bir demir makası bulmaya çalışıldı. Askerler gitti, sivillerden birilerinin elinde demir makası vardı, onlar geldiler demir makasıyla bize demirleri kesip gittiler. Oradan girip babamla konuşabilir oldum. Babamın yaralı olmadığını anladım ama annemin yaralı olduğunu ve çok sıkışık bir yerde olduğunu babamdan öğrenmiş oldum. Annemin sesini duyamıyordum babama söylüyordum, babam anneme söylüyordu, o da bana aktarıyordu o şekilde.

Tabiî kız kardeşim ve yeğenimi sordum, onlardan ses alamadıklarını söylediler. Sonra tabiî can havliyle kazıyorsunuz, elinizle kazıyorsunuz, bir şey yok. Asker, sonra komutan “bir sakin ol”, dedi. Biz bunu böyle yapamayacağız, çıkaramayacağız.”

“Ne yapacağız?”, dedim.

“Gidip malzeme bulman lazım”, dedi. “Git malzeme bul, hilti bul, jeneratör bul. Ancak o şekilde çıkarabiliriz, iş makinası bul.”

Ben de dedim, ben nerden bulacağım, nasıl bulacağım? Yani siz de yok mu böyle bir şey falan…

“Bizde de bir şey yok. Yazdık işte AFAD’a, oraya buraya yazdık. Daha kimseden bir şey alamadık, gelmedi”, dedi.

Ben de girdim babama dedim ki, baba durum böyle böyle. Amcalarıma ulaşmam lazım çünkü onlar Harbiye tarafındalar. Daha korunaklı bir alandalar. Bana hilti lazım, şu lazım, bu lazım… Dayanmanız lazım yani benim bir-iki saat buradan ayrılmam lazım, oraya ulaşmam lazım, dedim.

O da, tamam, dedi, git, dedi. Git ne gerekiyorsa onu yap, dedi.

Sonra oradaki askerlere, genç bir asker vardı ona yalvardım. Dedim, buradan ayrılma. Konuş ki, belki ben yolda kaldım, geciktim hani iyice umutsuzluğa kapılmasınlar… Annem, çünkü biliyorum annemde çok bir panik atak da var, şey de var. telaşa kapılıp kontrolü de kaybedebilir içerde. Asker de söz verdi, hakikaten de ayrılmadı, adını da bilmiyorum. Duyuyorsa ya da izliyorsa ona da teşekkür ediyorum. Yani ben dönene kadar babamla konuştu, onlarla konuştu, onları ayakta tutmaya çalıştı.

Biz de çıktık kardeşimle, tabiî telefonun çektiği bir yer arıyorsunuz. Telefon da çalışmıyor, hiçbir şey çalışmıyor yani böyle ortada kalmış bir halimiz var. Kimi bulduysam ona gittim, görevli gördüğüm herkese gittim. Arada işte hilti sordum, onu sordum. Kimse de bizde malzeme yok diyordu.

Sonra AKUT yazan birini buldum, AKUT şeyi takmış. Ona gittim dedim ki, durum böyle böyle. Bize bir hilti, bir jeneratör bulma şansınız var mı, dedim. Yok maalesef, bizde de yok, dediler. Dedim, nasıl olmaz? Siz AKUT’sunuz. O da dedi ki, ya biz erken geldik, malzeme Antalya’dan yeni çıktı karayoluyla…

Tabiî öfke de yaşıyorsunuz ama yani o an artık onu bastırıyor. Derdiniz çünkü meseleyi çözmeniz, içerideler ve can çekişiyorlar. Oradan uzaklaştım, tabiî telefonun çektiği yerden mesaj atıyorum, amcama mesaj atıyorum. Amcama işte, “Babam, annem hayatta. Bunlar bunlar lazım, bunları bulup gelmen lazım buraya”, diye mesaj atıyorum amcalarıma. Sonra halam bana döndü bir şekilde, telefondan iletti. Dedi ki, aldık şeyi, malzemeyi bulup geleceğiz, bekleyin bizi. Biz de tabiî enkaza gidiyoruz, babamla konuşuyorum. Babama diyorum ki, yardım geliyor, haber verdik. Yok işte görevliler gelecek falan… Tabiî biraz da morallerini iyi tutmak için yalan da söylüyorsunuz.

Sonra işte bir gün sonra amcamlar falan malzemeyi bulmaya çalıştılar, buldular, ettiler. Jeneratörü getirdiler ama jeneratör çalışmıyordu maalesef. İstanbul’dan benim arkadaşlarım da geldi, sağ olsun onlar da İstanbul’dan yetiştiler yardım etmek için enkazda. Hilti geldi, jeneratör geldi. Biz 3’üncü gün işte annemi çıkardığımız gün, annemle babamı…

Timur Soykan: Edvar, 3’üncü gün anneyle, babayı çıkartabildiniz değil mi? Doğru anlıyorum, 3’üncü gün.

Edvar Aksakal: Evet.

Timur Soykan: Hâlâ o sırada arama kurtarma ekipleri yok muydu, var mıydı, gelmişler miydi artık?

Edvar Aksakal: Hiç kimse yoktu. Gelenler şöyle, bize yardım eden, yardım dediğim sağ olsunlar hem bilgi olarak bize fikir verdiler hem de onların elinde bir jeneratör vardı. Antalya İtfaiyesi vardı, bize yakın bir göçüğe yetişmişti 3’üncü gün. O da orada çalışıyordu.

Bizim jeneratör çalışmayınca tabiî gittik, onlara yalvardık. Dedi ki, “Bizim jeneratörde iki çıkış var, bir uzatma bulursanız…” Uzatma dediği de 50 metre uzatma bulmamız lazım. “Uzatma bulursanız size bir çıkış verebilirim”, dedi. Biz de enkazlara girdik, yıkılmış yerlere girdik. Orada bulduğumuz üçlü prizleri, uzatmaları aldık birbirine bağlaya bağlaya hiltiye kadar geldik.

Kazmaya başladık, önce babama ulaşmaya çalıştık çünkü yerini daha doğru tespit edebilmiştik. İşte ben, arkadaşlarım, amcam, kuzenim bir tünel açtık şeyin altından, enkazın. Babama ulaştık, önce babamı çıkardık. Sonra annemi çıkarmak için ayrı bir yerden delmemiz gerekti. Orayı deldik, orayı boşalttık. Anneme işte öğleden sonra işte akşamüstüne doğru anneme ulaştık, annemi çıkardık. Annemin olduğu yerle zaten kız kardeşim ve yeğenimin olduğu yer çok yakın. Aralarında sadece çelik bir kapı var aslında. Çelik kapının bu tarafında kız kardeşim ve yeğenim sıkışmıştı. Ama onları o gün çıkaramadım çünkü jeneratör gitti. Canlı olmadıkları için jeneratörü daha fazla çalıştıramayacaklarını, canlı aramak zorunda olduklarını söylediler. Biz de tamam, dedik ama elimizde artık ne jeneratör ve spiral çalıştıramıyoruz. Kardeşimi o gün çıkaramadım yeğenimle beraber. Babaannemi de… Yani 3’üncü gün üçü de şeydeydi…

O gece geç saatlere kadar çalıştık ama sonrasında bırakmak zorunda kaldık. Çok karanlık ve bir şey görmüyorsunuz bir süre sonra. Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar geldik. 4’üncü gündü. İşte akşama kadar oralarda çok uğraştık. Yani elle, kazmayla, bulduğumuz her şeyle kazıp babaannemi, kız kardeşimi ve yeğenimi çıkardık.

Tabiî cenaze aracı aradık, o da yok. Cenaze torbası istedik o da yok, onu da bulamadık. Her çadıra sorduk görevli olan çadırlara, yok. Bulduğumuz tabiî çarşaflara sardık onları, kendi aracıma koydum. Kendi aracımla da onları Harbiye’ye doğru çıkardım. O gece geç saatte çıkardığımız için defnedecek durumda değildik artık. Gece cenazelerle beraber bekledik.

Sabah defnedeceğimiz zaman belediye dedi ki, “Mezar yeri veremem, savcılıktan imza almanız lazım.” “Tamam”, dedik. “Savcı nerede, nereden imza alacağız?”

Dediler ki, “Antakya’nın şurasında bir yer kurdular, oraya.”

Ben ve bir kuzenim arabayla gittik oraya, tabiî ortalık, basacak yer yok, her yer cenaze. Bizim elimize 3 tane form tutuşturdular, bunları doldurun diye.

Timur Soykan: Herkes savcıyı mı bekliyor o sırada, Edvar?

Edvar Aksakal: Savcı… Yok, ben sabah 06.00’da gittim, 07.00’de ya da tam hatırlamıyorum, çok erken gittim.

Savcı nerede?

Dediler ki, mesaisi 09.00’da başlıyor. Ben de oradaki polis amirine dedim ki, “OHAL ilan ettiniz, 09.00’da mesai mi başlar, ne mesaisi? Biz 3 gündür, 4 gündür ayaktayız, hiç uyumadık ve cenazelerimiz de duruyor.”

Dedi ki, “Benim yapacağım bir şey yok, 09.00’da gelecek.”

“Peki”, dedik. “Ne yapmamız lazım?”

İşte form verdiler üç tane, bunu doldurun. İşte yazıyorsunuz tek tek isim, soy isim, vefat edenin adı, doğumu; doldurduk.

“Formu ne yapacağız?” dedik.

“Savcı gelince imzalayacak.”

“Yeterli mi?” dedik.

Dediler ki, “Cenazeleriniz burada mı?”

“Yok”, dedim. “Cenazeler defnedeceğimiz yerde.”

“Olmaz”, dediler. “Cenazeleri geri getireceksiniz.”

“Nasıl yani?” dedim.

“Cenazelerinizi buraya getireceksiniz, karar aldılar çünkü. Savcı gelince çadırına cenazeleri tek tek taşıyacaksınız, açacaksınız fotoğraf çekecek, video çekecek, DNA’sını alacak ondan sonra size imzalayacak.”

Şimdi tabiî buna cevap vermek istiyorsunuz ama hem bir göreviniz var kardeşinizi, yeğeninizi, babaannenizi defnedeceksiniz, hem daha enkazda kuzeniniz var, dostunuz var. Suat var, Suat’ın oğlu var. Dolayısıyla işinizi bitirip gidip bir de onları çıkarmanız gerekiyor. Dolayısıyla tartışmak da istemiyorsunuz.

Dedim ki, “Harbiye’den cenazeleri geri mi getirmemiz gerekiyor buraya?”

“Evet”, dediler.

“Başka bir yolu yok mu?”

“Yok.”

“Peki”, dedik. Cenazelerimizi tuttuk Harbiye’den tekrar merkeze araçla taşıdık. Saat 10.00 oldu, savcı yok. Polisle tabiî orada bir tartışma oluyor, ister istemez oluyor. Herkes çok zor durumdaydı. Saat 11.00 oldu, savcı buyurdu, geldi çadırına.

Orası aynı zamanda, benim kız kardeşim sağlık personeli, bu kurdukları yer onun da çalıştığı yer aynı zamanda. Orada kız kardeşim çıktı Harbiye’den geldi, o ufak olanı.

“Abi durum ne?” dedi.

Dedim, “Durum şu; savcı yeni geldi, 1000 tane cenaze var buradan nasıl çıkacağız, bilmiyorum”, dedim. Ondan sonra bir arkadaşı bizi gördü, o da görevli, faal çalışıyor. “Ne oldu?” dedi. Dedik ki, durum böyle böyle. Dedi ki, “Burada halledemezsiniz onu. Çok yani geceye kadar sürer bu iş.”

Ne yapacağız?

“Araştırma Hastanesine gidelim”, dedi. “Orada daha hızlı çözeriz.”

“Tamam”, dedik.

Benim araçtan, ambulans vardı orada o arkadaşın kullandığı. Ona cenazeleri indirdik, ambulansa koyduk. Onlar Araştırma Hastanesine doğru gitti. Kardeşim de bana dedi ki, “Sen aracınla bizi takip etme, yetişemezsin zaten. Sen bari mezarlığı hazırla, oraya git.” Ben de mezarlığa doğru gittim. İşte bir tane iş makinesi bulduk. Onu ayarladık mezar yerini kazsın diye. Onları orada defnettik, sonra döndük tekrar enkazın başına. Orada işte kuzenim herhalde 9’uncu gün mü, 8’inci gün mü, kaçıncı gün çıktı, artık ben de hatırlamıyorum. Gene kendi çabamızla. Aynı zamanda benim beraber iş yaptığım, her günümün beraber geçtiği, çok yakın bana, kardeşim dediğim Suat’la oğlunu da, onun abisi bir iş makinesi ayarladı nereden ayarladı bilmiyorum. Onunla beraber kazarak oradan çıkardılar, o da 7’nci gün falandı.

Yani benim anlamadığım şey tabiî kendime hep şu soruyu soruyorum. Orada bir sürü insan canlı canlı öldü, işte Hatice’nin kocası Mustafa yani. Elde malzeme yok yani delemiyorsunuz, betonu hiçbir şekilde delemiyorsunuz, ne yapsanız delemiyorsunuz yani. Demiri kesmek için ya demir makası ya spirale ihtiyacınız var, olmuyor yani.

Ya bu çok mu zordu mesela, diyorum, yani çok mu zordu? Yani hükümetin elinde helikopter mi yoktu, bir şey mi yoktu? Oraya bir konteynır indirse içinde 100 tane hilti, 100 tane jeneratör olur ya. Ben geçtim insan göndermelerini, malzeme bile gönderilemez mi ya?

Ben İstanbul’dan kendi aracımla Hatay’a yetiştim, onlar gelemediler ya. 3 günde gelemediler ya, 4 günde gelemediler. Ben bunu anlamıyorum, gerçekten anlayamıyorum. Ve her düşündüğümde, gece artık o görüntüler, o sesler kulağımdan çıkmıyor, beynimin içinden de çıkmıyor, sürekli kafamın içinde dönüyor. Ben bunun nasıl olduğunu halen anlayamıyorum.

Yani depremden öncesini zaten konuşmak bile istemiyorum. Depremden önce bizim gibi insanların bu binalarda yaşamaya mahkûm edilmiş olmasını zaten anlayamıyorum. Yani bu ülkede 2006’da deprem yönetmeliği çıktı, 2008’de çıktı, 2018’de çıktı, yenilendi. Bir Allah’ın kulu, kamuda görevli bir Allah’ın kulu gelip de demedi ki, “Ya kardeşim bu binalar çürük. Bakın size destek verelim, başka bir şey yapma şansınız yoksa.”

Bizim Antakya’ya taşınma nedenimiz de aynı dertten. Bizim Harbiye’de kendi evimiz eskidi eskidi, üstümüze dökülecek… Defne bölgesi 15 senedir SİT alanı ilan edilmiş 3’üncü derece, bir çivi çakamadık oraya.

Dedik ki en son belediyeye, “Ya biz buraya ev yapamıyoruz kendimize, ailemize. Buranın tadilatını da yapamıyoruz. Ne yapacağız?”

Dediler ki, “işte 1/5 binlikler çıktı 1/binlikler…”

15 senede imar planı çıkacak. En son gittik Antakya’da bize mezar olan bu evi aldık ve orada oturduk. Yani bizim hayatımızı bitiren yere taşınmak zorunda kaldık. Burasıyla ilgili de… Aynı şeyi aslında şu an konuşuyoruz da, İstanbul’un da bir farkı yok yani şu an İstanbul’un durumu da çok farklı değil. İstanbul’da aslında herkes ölümü bekliyor. Öldükten sonra da işte gene aynı şeyleri her yerde konuşacağız. Gene binalar yıkıldı, gene çocuklar öldü, diyeceğiz, şunu diyeceğiz, bunu diyeceğiz.

Tamam, hiçbir zaman ülkemizde hayat mükemmel olmadı da, ama bu kadar fütursuzluğu anlayamıyorum ya da bu kadar rahatlığı… Yani insanların bu kadar çaresiz bırakıldığı bir anlayışı ben çözemiyorum.

Bu nasıl bir şeydir, ne düşünüyorlar mesela, ne hissediyorlar, nasıl bir şey yaşıyorlar?

Orada, Antakya’da akrabası olan, benim gibi yetişebilen ya da orada hayatta kalmış, binası yıkılmamış olan insanların akrabaları elinden geleni yaptılar. Gelen siviller vardı. Babaannemi mesela oranın altından çıkaran, biz kardeşimle, yeğenimle uğraşırken 4 tane genç geldi, böyle yeşil bir yelek giymişler, gönüllüler. “Nasıl yardım edebiliriz size?”, dediler. Bir arkadaşım nasıl yönlendirmişse yönlendirmiş oraya. Dedim ki, “Babaannemi çıkaramıyoruz, yardım ederseniz onu çıkaralım, onu alalım oradan.” Onlar uğraştılar sağ olsunlar kaç saat, bütün gün babaannemi oradan çıkarmakla. Elindeki levyeyle, çekiçle, işte babaannemin altındaki kanepeyi kıra kıra, onu alçaltabilelim diye, kolonun altında bir boşluk yaratabilelim diye.

Öyle kendi çaresizliğimiz içinde, kendi şeyimizde terkedildik yani. Gene insanların orada, dediğim gibi hayatta kalanlar elinden geleni yaptılar. Gönüllüler vardı. İşte dediğim gibi Antalya İtfaiyesi karşımızda çok uğraştı. Sonra aynı bina yani karşımızdaki enkaz çok dev bir enkazdı, çok büyük bir enkazdı. Oraya Zonguldak İtfaiyesi geldi. Sonrasında biz diğer cenazelerimizi çıkarmaya çalışırken, onlar orada bayağı bir uzun süre çalıştılar, oradan bayağı bir cenaze çıkardılar. Hatta hayatta olan bir tane çocuk da çıkardılar.

Ama bu kadar organizasyonun bozuk olduğu bir şeyi anlayamıyorum. Ve hani geldiler dediğiniz de, hani bekliyorsunuz hükümet geldi mi, diye. Geldiği de işte savcıyı beklemek oldu, form doldurmak oldu, orada binlerce insanın sırada beklemesi anlamına geldi. Ben böyle bir gelişi de anlayamıyorum.

Yani bizim oradaki derdimiz bize yetmiş değil mi mesela? Yani biz günlerce kendi elimizle, tırnağımızla kazarak canlarımızı çıkarmaya çalışırken derdimiz yetmiyor da bir de böyle mi gelinmesi gerekiyordu oraya? Buyurun gelin form doldurun, sıraya girin, savcıyı bekleyin, bu şekilde mi bize yardım edeceklerdi? Gelmeseydi bence daha iyiydi, biz zaten kendi yapacağımızı yapmıştık. Kendi cenazemizi de kendimiz defnederdik zaten. Kusura bakmayın.

Şule Aydın: Edvar Aksakal o kadar başından sonuna anlattınız ki, yaşanılan süreci anlattınız, sorumluları da anlattınız aslında. Sahada askerin olmasının ne demek olduğunu anlattınız, elektriğin olmamasının ne demek olduğunu…

Edvar Aksakal: (…) Bu işin bir sorumlusu olmalı.[2]

***

E. Aksakal’ın Antakya’da anlattığı bu facia, depremin vurduğu 10 ilimizde de aynen yaşanmıştır.

Ne diyor depremzede insanımız?

“Bu işin bir sorumlusu olmalı”, diyor, değil mi?

Evet, muhakkak olmalı ve vardır da. Ve herkes namuslu olmak kaydıyla bilmektedir ki bu felakette en büyük sorumlu Tayyipgiller adlı ABD yapımı, halk düşmanı, mafyatik, çıkar amaçlı suç örgütü iktidarıdır. Gerisinden gelense, Meclisteki ABD yapımı diğer sermaye partileridir. Ve bunların tamamının yerel yönetimleri, belediyeleri vb. yetkili kurumları, yöneticileridir.

Ve günü geldiğinde, arkadaşlar, bu ABD piyonlarından, bu kutsal şehirleri Washington, Kâbeleri White House olan, bizden görünüp ama asla bizden olmayan hainlerden hesap sorulacaktır. Diğer bütün suçlarıyla birlikte bu deprem felaketiyle ilgili olarak yapıp ettiklerinden de.

Daha önce de anlattığımız gibi, bunlar deprem öncesinde de gelmekte olan felakete ilişkin hiçbir önlem almamışlardır. Felaketin boyutlanmasını sağlayan hırsız müteahhitlerle ve Yapı Denetim Şirketleriyle hep iç içe olmuşlardır. Felaketin koşar adım gelmekte olduğunu çığlık çığlığa bildiren bilim adamlarının uyarılarına kulaklarını tıkamışlardır. Aynı uyarıyı raporlaştırıp bunların tamamına ulaştıran Jeofizik Mühendisleri Odası’nın talebine de hiç ilgi göstermemişlerdir. Bir teki olsun geri dönüşte bulunup; “Böyle bir felaket geliyorsa gelin birlikte oturup buna bir çare bulalım”, diye düşünmemiştir. Hep dediğimiz gibi bunlar başka havadadır. Bunların tamamının ne halkımızın dertleriyle, ne ülkemizin geleceğiyle zerre ilgileri yoktur. Tamamı, makam, koltuk, ün, poz; büyük çoğunluğu da ilaveten küp doldurma derdindedir.

Yani bu ABD yapımı halk düşmanlarından kurtulmadan halkımız bu ve başka türlü felaketleri zincirleme bir şekilde yaşamaya devam edecektir.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

9 Mart 2023

Nurullah Efe Ankut
HKP Genel Başkanı

[1] https://halktv.com.tr/makale/tolon-pasa-farki-anlatiyor-721303

[2] https://www.youtube.com/watch?v=YkEEoNP7zPA&ab_channel=Halktv