1950’den beri Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor; ABD Emperyalist Haydudu yönetiyor. Bu gerçek anlaşılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu anlaşılamaz ve çözülemez…

Kısa süre önce bir sosyal medya kullanıcısı, son derece doğru bir tespitle şöyle demişti:

“50 yıl geriye gidersek, 100 yıl ileriyle gitmiş oluruz.”

Ne yazık ki Türkiye’nin içler acısı durumu bu. Yaşanan zaman, geçen yıllar bizi ileriye götürmesi gerekirken 100 yıl geriye götürdü.

Neden kaynaklandı bu?

1950 sonrası aleni olarak çalışmalarına izin verilen ve 1924-1925 Devrim Kanunlarıyla yasaklanmış bulunan tarikat ve cemaatlerin Türkiye’nin her tarafını pıtrak gibi sarmış olmasından. Ve onlarla etle tırnak gibi kaynaşmış olan siyasilerin ve Antika-Modern Parababalarının Türkiye’yi CIA yönetiminde 1400 yıl öncesinin karanlıklarına doğru, Ortaçağ’a doğru günbegün sürükleyip götürmekte oluşundan.

Eğer 50 yıl önceki Devrimci Gençlik ve Mustafa Kemal Gelenekli Ordu Gençliğimizin varlığını hissettirdiği Türkiye Ordusu olsaydı, eğer olsaydı bunlar bugün, 26 Mart 1970 akşamı yaşanan Kütahya-Gediz Depremi sonrasında olduğu gibi birlikte, anında afet bölgesine koşar ve halkımızın dertlerine derman olmaya girişirdik. Bugün kaybetmiş olduğumuz on binlerce canımızı ölümün elinden çekip kurtarabilirdik.

Fakat ABD Emperyalist Haydudu, yerli-yabancı Parababalarının ihanetleri sonucu yörüngesine aldığı Türkiye’yi bu iki ilerici, vatansever, halksever, namuslu güçten de yoksun bırakmak için elinden gelen İblisliği yapmaktan geri durmadı.

Devrimci Gençliğin içine ve sol ortama soktuğu Mahir Kaynak, Erdal Gökyüzü, Muzaffer Köklü ve Eyüp Temeltaş ve daha açığa çıkmayan ajan provokatörler eliyle Devrimci Gençliğimizin heyecanını sömürerek onları Latin Amerika gerillacılığına kışkırttı. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı, Gençliği Bilimcil Sosyalizmin Devrim Öğretisinin dışında kalan bu Sol Maceracılıktan sakındırmak için çok uğraştı. Tabiî aynı hareketin içinde bulunan biz de…

Fakat bir defa havaya girmişti, Devrimci Gençlerimiz. Onların beklemeye, uzun vadeli çalışmaya, Ajitasyon, Propaganda ve Örgütlenme üçlüsüyle halkımızı örgütlemeye, Ordu Gençliğimizi devrimci saflara Vurucu Güç rolü oynayacak tarzda çekmeye ve Ordunun çoğunluğunu “hayırhah” (iyilik diler) duruma getirmeye ya da en azından tarafsızlaştırmaya tahammülleri ve sabırları yoktu.

Onlar, ellerine silahı alıp Latin Amerika gerillaları tarzında dağa çıkıp çarpışarak kırlardan şehirleri zapt etmeyi ideolojileştirmeye çalışıyorlardı. Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim” adını verdiği devrim anlayışı aslında Latin Amerika gerillacılığının ideologlarından Carlos Marighella’nın “Şehir Gerillası” adını verdiği kitabında ortaya koyduğu tezlerin süslenmesinden başka bir şey değildi. Leninci Devrim Öğretisi, bu arkadaşlara göre, artık miadını doldurmuştu. “Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi” evresinde geçerliliğini yitirmişti. Halkla Parababaları arasında “Suni” bir “Denge” vardı. Devrimciler silahlı gerillacılık biçiminde savaşı başlatınca bu Suni Denge halk lehine bozulacaktı. Halk devrimcileri anlayacak ve onların saflarında yer alacaktı. Böylece de devrim kısa sürede zafere ulaşacaktı.

Denizler de ideolojik planda bir şey yazmamış olsalar da anlayışları Mahirler’le aynıydı…

Ne diyordu “Yol Anıları”nda Usta’mız Kıvılcımlı?

“Acelesi olan gençlere laf anlatamadık. Bütün uyarılarımız kulaklarına gitmedi. CIA’nın milyonları bizden baskın geldi.”

İşte devrimci arkadaşlarımızın bu ideolojik tutumları nedeniyle, Orduyla Devrimci Gençliğin arası açılmaya başladı. Sen Orduyu düşman ilan edersen, o da elbette seni düşman görür ve ona göre bir strateji oluşturur. Zaten Süper NATO’nun, Gladyo’nun, Kontrgerilla’nın Türkiye Şubesi, “Özel Harp Dairesi” biçiminde Ankara’da önemli bir askeri birliğimizin içinde yuvalanmış, orada serbestçe çalışmaktaydı, 1952’den beri, yani NATO’ya girişten aşağı yukarı 8 ay sonra…

Onların da bütün derdi, Orduya en tehlikeli düşman olarak gösterebilmekti Devrimci Gençliği. Onların ellerinde Kontrgerilla’nın dünya çapında akıldaneliğini yapan “David Galula” adlı CIA ideoloğunun “Kontrgerilla Savaşı-Teori ve Pratik” adlı bir kitabı vardı. Bu kitap Türkçeye çevrilmiş, Genelkurmay Matbaasında basılmış ve Türk Ordusu’nun ilgili bütün birimlerine ders kitabı olarak gönderilip okutulmuştu. Buna ilaveten, bunun Türk Ordusu’na adaptasyonunu sağlamak amacıyla, Özel Harp Dairesi Başkanı, yani yerli, Türkiye’deki Kontrgerilla Şubesinin Başkanı Tuğgeneral M. Cihat Akyol’a Harp Akademilerinde 1970 ve 1971 yıllarında ikişer saatlik iki konferans verdirilerek bunlar kitaplaştırılmış ve Ordunun ilgili birimlerine gönderilmişti. Bu tape edilip kitaba dönüştürülen konferanslarının adları şöyleydi: “Gayrinizami Harp” ve “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekât”.

İşte ABD ve onun casus örgütleri bir taraftan Türk Silahlı Kuvvetlerini, diğer taraftan Devrimci Gençliğimizi birbirlerine karşı düşmanlaştırıp kışkırttılar ve çatışmaya ittiler. Sonrasındaysa, bilindiği gibi, Kürt Meselesi’ni de eline aldı Amerika ve onu Amerikancı tarzda yani kendi emperyalist çıkarlarına uygun düşecek tarzda çözmek için teorik ve pratik çalışmalara girdi. PKK’yi kurdurttu. Onun legal plandaki, HEP, DEHAP, HADEP, şimdiki versiyonuna bakarsak HDP gibi legal plandaki partilerini kurdurttu. İşte bunlar yine sol ortamın içine soktuğu ajanları ve Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi içindeki ajanları vasıtasıyla birbirlerine yakınlaştırıldı, birbirleriyle kaynaştırıldı. Ve sonunda bizim dışımızda kalan Türk Solu, PKK’nin, HDP’nin yörüngesine girdi.

Bizim dışımızdaki bu sol, sosyalist, komünist, TİP vb. adlı partilerin tamamının gerçeklikte ve işin esasında PKK’den, HDP’den ideolojice bir farkları yoktur. Tabiî bu Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi de, adı üstünde Amerika’nın yörüngesine girince, Ay’ın Dünya’nın uydusu, Dünya’nın da Güneş’in uydusu oluşu gibi tamamı ABD Emperyalist Çakalının uydusu olup çıktı. Böylece de solluktan da demokratlıktan da sosyalistlikten de komünistlikten de bütünüyle çıkmış oldular.

Çünkü bugün namuslu aydın olmanın, vatansever-halksever olmanın, sol, sosyalist, komünist olmanın birinci kuralı; ABD ve AB Emperyalistlerine karşı olmaktır, onları Türkiye’nin en ağulu düşmanı bellemektir. İkinci kuralı da, onların Türkiye’deki her boydan ve soydan işbirlikçilerine, ortaklarına, piyonlarına, kuklalarına karşı olmaktır.

Peki, PKK yörüngesindeki, bizim dışımızda kalan solda var mı böyle bir anlayış?

Hayır yok. Onlar açık ya da gizli Amerikan muhibbidir…

Devrimciliğin ikincil kuralı nedir, arkadaşlar?

Antifeodalist olmaktır. Yani her türden Ortaçağ kalıntısı düşünce, gelenek ve kültüre, dine, felsefeye, anlayışa karşı olmaktır.

Bunların var mı böyle bir anlayışı?

Hayır, yok. Bunlar Meclisteki Amerikancı sermaye partileri gibi cemaatlerin ve tarikatların yani tekke ve zaviyelerin yandaşıdır. Onların varlığından rahatsızlık duymayanlardır. Hatta onları “sivil toplum örgütü” filan diye okşayıp meşrulaştıranlardır.

Bizim dışımızdaki bu Amerikan dostu solun tek benimsediği ilke, Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin bire bir çıkarlarını savunmaktır, amigoluğunu yapmaktır, çığırtkanlığını yapmaktır.

Oysa biz, Kürt Meselesi’nin devrimci yönden, devrimci prensipler ışığında çözümünden yanayız.

İşte bu sebeplerden arkadaşlar; bizim dışımızda gerçek sol bırakmadı Amerika Türkiye’de. Hepsini devşirdi, yörüngesine soktu yani alıp götürdü. Solluktan da çıkardı, demokratlıktan da ilericilikten de…

ABD Emperyalist Çakalı, Orduyu da on yıl arayla gerçekleştirdiği faşist diktatörlüklerle Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal Geleneğinden en azından komuta bazında çıkardı. Sabahattin Önkibar’ın deyişiyle onu “Komünizmle Mücadele Derneği” gibi çalışan bir antikomünist silahlı güce dönüştürdü. Böylece de Devrimci Gençlikle Mustafa Kemal Gelenekli Ordu yan yana gelemez oldu giderek.

Sonra ayrıca FETÖ ve Tayyipgiller’in art arda çektiği operasyonlarla Orduyu iyice hırpalayıp yapısını bozdu, başını döndürdü. Orduyu sonunda Hulusi’lerin, Arif Çetin’lerin, Hilmi Güler’lerin aracılığıyla doğrudan Tayyipgiller’e ve oradan da kendine bağladı ABD.

İşte bu sebepten, arkadaşlar; deprem gibi böylesi geniş boyutlu trajedilerde ne devrimci gençler sahaya inip halkın imdadına yetişebiliyor eskiden olduğu gibi ne de Türk Silahlı Kuvvetleri…

Tayyip ilk iki gün hiç sokmadı, bildiğimiz gibi, Orduyu deprem illerine. Halktan ve muhalif medyadan, aydınlardan gelen yoğun baskı üzerine, Ordunun önce 3 bin 500 kişilik bir kesimini bölgeye soktu. Sonra bu sayıyı 7 bine çıkardı. Şimdi de 26 bine çıkardığını iddia etmektedir. Fakat ilk üç beş günlük arama, kurtarma ve göçük altındaki insanlarımızı canlı kurtarma sürecinde Ordumuz ne yazık ki gerektiği etkinlikte ve miktarda alana sürülmemiş, böylece de can kayıpları birkaç kat artmıştır.

Tayyip’in korkusu, Ordunun alana girip etkin biçimde ve somut, gözle görülür olarak can kurtararak saygınlık kazanmasıdır. İşte bundan ölümünü görmüşçe korkuyor Tayyip. Onun can man umurunda değil… Halkımızın çektiği acılar zerre umurunda değil… Baksanıza; görüntü vermek için günler sonrasında geldiği deprem bölgesindeki çadırdan çıkarken adam saçını tarıyor. Bunların önde gelen adamlarından Kurtulmuş Numan ve adamları, ağızları kulaklarında, sanki bir kır gezisi yapıyormuş gibi neşe içinde dolaşıyorlar bölgede.

Hep söyleyegeldiğimiz gibi, arkadaşlar; halkla da, vatan topraklarıyla da zerre miktarda olsun ilgileri yoktur bunların…

Kendi açıklamalarına göre, hatta bizzat Tayyip’in dün açıkladığına göre can kayıpları 34 bin 418’miş. Oysa daha enkaz kaldırma çalışmaları yeni başlamıştır. Hayatlarını kaybeden insanlarımızın cansız bedenleri asıl bundan sonra çıkarılmaya başlanacaktır enkaz altından. Bizce can kaybımız ne yazık ki 100 binin altında olmayacak gibi görünüyor, bu faciada…

İşte 1970 Mart’ındaki Gediz Depreminde olduğu gibi Türk Ordusu ve Devrimci Gençlik el ele vererek yüz binler halinde yerini alabilseydi, bu can kayıplarımız çok daha aza indirilebilirdi…

Daha önce de söyledik; 17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 Depremlerinde bile Türk Ordusu, ellerindeki daha önce hazırlamış bulundukları harekât planını anında uygulamaya koymak için depremin ilk dakikasından itibaren harekete geçiyorlar ve birkaç saat içinde de deprem bölgesinde yerlerini alıp çalışmalarını başlatabiliyorlar. Bu gerçeği günümüzün ünlü araştırmacı gazetecilerinden Aytunç Erkin, 9 Şubat tarihli Sözcü’deki köşesinde şöyle ayrıntılıca anlatıyor:

***

Tarih 17 Ağustos 1999…

Saat 03.02…

Büyük Marmara depreminde binlerce insan hayatını kaybetti, yaralandı, öksüz-yetim çocuklar kaldı geride ve toparlanamayan bir ekonomi…

O geceye dönelim ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı brifinginden saat saat, dakika dakika Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) ne yaptığını görelim:

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı (KKK) Orgeneral Atilla Ateş, 1. Ordu Komutanı Org. Çevik Bir’le temasa geçti. Bölgedeki 3. ve 15. Kolordu komutanlıklarıyla ilişki kuruldu. Afetlerde kullanılmak üzere onaylı planların yürürlüğe konulması emri verildi.

Kocaeli’de 15. Kolordu Komutanlığı saat 03.20’de, Sakarya bölgesinden 1. Tugay Komutanlığı saat 03.20’de ve İstanbul’da 3. Kolordu Komutanlığı saat 03.30’da harekete geçti. Bölgelerindeki ilk hasar durumunu Kara Kuvvetleri’ne ulaştırmaya başladılar.

Sabah 05.00’te de KKK’nda personel harekete geçti ve “Tabii Afet Koordinasyon ve Değerlendirme Merkezi” kuruldu. Aynı dakikalarda pilotlar kışlalarına çağrıldı. Askeri hastane personeline celp emri verildi.

Sabah 06.00’da, Kara Kuvvetleri İstihkam Dairesi Başkanlığı komutasındaki bir heyet, deprem bölgesine gönderildi. Çünkü; durum tespiti yapılması gerekiyordu.

Sabah 06.30’da, Org. Çevik Bir ve 1. Ordu Hava Alay Komutanı Kurmay Albay Tamer Büyükkantarcıoğlu helikopterle bölgeyi dolaştı. Helikopter Gölcük’e indi.

Bu arada bir not: Tüm haberleşme sistemi çökmüştü. Donanma Komutanlığı’na bağlı bir savaş gemisinden KKK’na bilgiler verildi. Önceden bir plan yapılmıştı ama depremin büyüklüğü yeni önlemler alınmasına neden oldu. Yapılacak kurtarma faaliyetleri için çok sayıda iş makinesi ihtiyacı belirlendi. Dört istihkam bölüğü hemen deprem bölgesine intikal etti.

Büyük Marmara depreminin ilk günü, TSK’ya bağlı 37 helikopter saat 08.00’den itibaren çalışmalara başladı. Mevki Hastanesi acil yardım ekibi ve malzemeler bu helikopterlerle Sakarya, Gölcük, Yalova ve Düzce’ye gönderildi.

Aynı güne devam edelim…

15 GENERAL VE 33 BİN 199 ERBAŞ VE ER

18 Ağustos 1999 sabahı…

Yaralılar bölgeden çıkarılmaya başlandı. O gün 270 saat uçuş yapıldı. İki bin yaralı tahliye edildi. Bölgedeki görevli birliklere destek olarak bir tugay, iki sahra hizmet bölüğü, iki seyyar cerrahi hastane deprem bölgesine gönderildi. Askeri helikopterler, 41 doktor, 24 hemşire ve 7 sağlık astsubayını o gün bölgeye taşıdı.

Bitmedi…

480 büyük çadır, 4 seyyar fırın, 4 seyyar mutfak, 22 su tankeri, 7 jeneratör, 2 bin 900 battaniye, 40 bin ekmek, köpek timi, kan, plazma ve serum deprem bölgesine o gün gönderildi.

Depremin ilk günü özel telefon hatları yoktu! TSK, saat 13.00’te bölgeye üç iridyum uydu cep telefonu ve iki adet uydu yer terminali gönderdi.

Bitmedi…

İstanbul, İzmit, Adapazarı, Gölcük ve Yalova’da beş lojistik destek koordinasyon merkezi açıldı. İllerdeki tüm yardım faaliyetleri, Tabii Afet Bölge Komutanlıkları ile kriz yönetim merkezleri tarafından koordine edildi. Çünkü; sivil otoritenin yardım istekleri hemen giderilmeliydi!

KKK brifinginde yer alan bilgilere göre: Deprem bölgesinde KKK bünyesinde 15 general, 1392 subay, 1896 astsubay ve 33 bin 199 erbaş ve er görev yaptı. Bir bilgi daha: Genelkurmay Başkanlığı Tabii Afetler Direktifi’ne göre Türkiye, 17 bölgeye ayrılmıştı. (…)[1]

***

Daha önce de belirttiğimiz gibi, arkadaşlar; o yıllarda Ordunun tâ Çanakkale Zaferi, Kuvayimilliye Zaferi ve Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan gelen bir özgüveni vardı. NATO’ya girişten sonra NATO ideolojisiyle doktrine edilmesi üzerine, Ordumuzda bir kafa karışıklığı, bir zihin bulanıklığı oluştu haliyle.

Fakat bütün bunlara rağmen özsaygısını ve özgüvenini koruyordu, önemli ölçüde. İşte o yüzden bu depremlerde hiç kimseden emir ve direktif beklemeden anında, kendiliğinden harekete geçip doğru tutum belirleyebilmişti. Böylece de on binlerce insanımızın hayatta kalmasını sağlayabilmişti.

Fakat, yukarıda da söylediğimiz gibi, şimdi artık öyle bir özgüvene asla sahip değildir Ordu. Hulusi’den, Arif Çetin’den, Hilmi Güler’den bir emir almadan parmağını bile oynatabilecek halde değildir. Onlar da, bildiğimiz gibi, doğrudan halkımızın deyişiyle “damardan” Tayyip’e ve Kaçak Saray’a bağlıdır. Böyle olunca da işte tarihimizin bu en acıklı ve en geniş kapsamlı faciasında ne yazık ki günlerce ya da en kritik süreçte, en çok canın kurtarabileceği süreçte, alandan kasıtlı ve bilinçlice uzak tutulmuş; alana girmesine müsaade edildiği günden itibaren de ancak 26 bin kişisi alana sokulabilmiştir.

Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, Tayyip adım adım kendi Faşist Din Devleti’ni kuruyor. Laik Cumhuriyet’i yıkıp onun yerine Ortaçağcı Faşist Din Devleti kuruyor. Türkiye’yi Ortaçağ’ın Ümmetçilik Konağına taşımak istiyor. Bu sebeple de AKUT vb. bu tür felaketlerde etkin olabilecek arama kurtarma ekipleriyle birlikte Türk Ordusu’nu da alana sokmadı, kritik süreçte.

Ne yapmak istedi?

Sadece kendi Din Devletinin bir kurumu olarak oluşturduğu AFAD’a alanda yer verdi ve sadece onun görülmesini istedi. AFAD’sa Tayyip’in yeni oluşturduğu her kurum gibi liyakate değil sadakate ve Tayyipgiller’in Ortaçağcı ideolojisine yakınlığına bakılarak seçilen elemanlardan oluşturuluyor. Tabiî aynı zamanda da bir yandaş arpalığı oluşturmuş oluyor, bu tür kurumları var etmekle Tayyipgiller. İşte AFAD’ın “Afetlere Müdahale Genel Müdürü” İsmail Palakoğlu, bu elemanların örnek bir temsilcisidir.

Neymiş bu vatandaş ya da ne eğitimi almış? Mesleği neymiş?

Mesleği İmamlık.

Aldığı eğitim de şuymuş:

“Palakoğlu, 1972’de Kahramanmaraş’ta doğmuş. Üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamlamış ve Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yapmış. 2011’de Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdür Yardımcılığı görevindeymiş, 2012’de Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğü’ne atanmış. Bu görevinin ardından, 2016’da Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanlık Müşaviri olmuş ve 2018’de, AFAD Başkan Yardımcılığı görevine getirilmiş. Palakoğlu aynı zamanda AFAD Gençlik ve Spor Kulübü Başkanı.”[2]

Şimdi bu adam AFAD’da yönetici. Diğerleri nedir, derseniz; aşağı yukarı bunun gibi…

Adamların yıkıntıların başında tekbir getirmeleri boşuna değil…

İşte yaşadığımız bu son faciada kaybettiğimiz canların müsebbipleri bunlardır, arkadaşlar. Katil ABD Tayyipgiller’i çöktürmüştür, Türkiye’nin başına. CHP’nin başına da Sorosçu Kemal ve avanesini…

Türkiye’de şu anda, hep dile getirdiğimiz gibi, aynen Nazi Almanya’sında olduğu şekilde “İkili Devlet” vardır.

Bir; yıkılmakta olan, Mustafa Kemal ve İnönü’lerin kurduğu Laik Cumhuriyet Devleti, ikincisiyse günbegün Laik Cumhuriyet’i yıkıp Ortaçağcı bir Din Devleti olarak kurulmakta olan Tayyipgiller Devleti.

Bu, en acı gerçekliklerimizden biridir ve bu ikili yapıyı anlamadan, Türkiye’nin diğer can alıcı sorunlarını da anlayamazsınız. Bu Tayyipgiller oldum olası halk düşmanı, vatan millet düşmanı oldukları için, bu tür felaketlerde on binlerce insanın hayatını kaybetmiş olması da onların hiç umurlarında olmaz. Yeter ki onlar Ortaçağcı Faşist Din Devletlerini örmekte devam edip gidebilsinler…

İşte bu sebeple, felaket bölgesinde Tayyip saçını tarıyor; Kurtulmuş Numan ve ekibi ağzı kulaklarında geziyor, görüntü veriyor.

Türkiye’nin en temel ve en acı gerçekliği de arkadaşlar, şudur:

1950’den beri Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor. Türkiye’yi, yörüngesine alan ABD’nin Emperyalist Haydutları yönetiyor. Yani Türkiye kendi aklıyla düşünüp davranıp kendi sorunlarını çözmekle, kendi dertlerine deva aramakla uğraşamıyor. ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda doktrine ettiği işbirlikçileri, uşakları Türkiye yönetiminin her seviyesinde ve her alanında yer almış vaziyettedir. Onlar aracılığıyla da ABD Çakalları yönetmektedir Türkiye’yi.

Türkiye, boğazına dolanan bu lanet halkasından kurtulmadıkça hiçbir sorununa çözüm bulamaz. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Zaferi güme gitmiş durumdadır bugün. 1950 Karşıdevrimi’yle birlikte Kuvayimilliye Zaferi’miz olmamışa dönüştürülmüş, o zaferimizle kovduğumuz “Batılı Emperyalistler” yeniden ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel planda işbirlikçiler, piyonlar, kuklalar bularak Türkiye’nin yönetimini ele geçirmişlerdir.

Hep söyleyegeldiğimiz gibi, Türkiye şu anda ABD ve AB Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumundadır. Demek ki öncelikle yapmamız gereken, bu yarısömürgeciliğe karşı İkinci bir Kurtuluş Savaşı vermemiz ve Tam Bağımsızlığımızı bir kez daha, yeniden kazanmamızdır.

Bu gerçekleri görüp, buna göre mevzilenip, stratejik tutum belirleyip bir savaş yürütmezsek; havanda su dövmekten öte pek bir şey yapamamış oluruz. İktidardaki işbirlikçi ABD piyonu hainlerin bir öbeği gider, yerine başka bir öbek gelir, aynı hizmeti ABD’ye vermek üzere.

Yani halkımızın deyişiyle durum “aynı tas aynı hamam” olur, sadece tellaklar değişir…

Demek ki dertlerimiz kapsamlı, derin, çok boyutlu ve büyük, arkadaşlar…

Fakat en temel ve en yakıcısını öne alıp ona göre bir Devrimci Kurtuluş Stratejisi, bir Kurtuluş Yolu belirlememiz gerekir. İşte biz bu yolu belirleyip tuttuğumuz için bilinçlice, “Biz İkinci Kuvayimilliyecileriz. İkinci Ulusal Kurtuluşçularız. Ve bu sefer Ulusal Kurtuluşu Sosyal Kurtuluşla tamamlayacağız, birincisinde olduğu gibi eksik bırakmayacağız”, diyoruz.

Demek ki arkadaşlar; halkımızı bu bayrak altında bu yola çekip ordulaştırmak gerekmektedir, bu savaşı zaferle sonuçlandırabilmemiz için. Onun için de öncelikle halkımızın bizi anlaması gerekir.

Bu sebeple biz hep ne diyoruz?

“Bir tek şey istiyoruz halkımızdan: Anlaşılmak…”

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

16 Şubat 2023

Nurullah Efe Ankut
HKP Genel Başkanı

[1] https://www.sozcu.com.tr/2023/yazarlar/aytunc-erkin/17-agustos-1999-buyuk-marmara-depremi-03-02de-oldu-tsk-sabah-06-00da-5-merkez-olusturdu-7585257/

[2] https://www.dogrulukpayi.com/dogruluk-kontrolu/afetlere-mudahale-genel-muduru-ismail-palakoglu-ilahiyat-fakultesi-mezunu-61