Bu Amerikan yapımı tekkeler ve siyasi hareketler, “çevrimiçi” oynamaktadırlar ihanet oyununu… Yönetmenleri de ABD Emperyalistleri ve onun casus örgütleridir…

Hemen herkes, İsmailağa Cemaati denen tekkenin bir alt kolu olan Hiranur Vakfı Kurucu Başkanı Yusuf Ziya Gümüşel’in, öz kızını 6 yaşındayken 29 yaşında olan bir müridiyle evlendirmesine feryat figan tepki gösteriyor da bunun sebebine ilişkin hiç akıl yürütmüyor, hiçbir soru sormuyor.

Bu insan sefaleti şeyh, kendi evladına bu kötülüğü hangi sebeple ve saikle yaptı, demiyor…

Demezler. Hiçbiri demez…

Çünkü hepsi aslında “çevrimiçi” oynuyor. Hepsi riyakâr.

Ülen düzenbazlar; hiçbiriniz bir defa Türkiye’nin dört bir tarafını, büyük şehirlerimizden kasabalarımıza, en ücra köylerimize varıncaya dek süne zararlıları gibi basmış olan ve insanlarımızı sadece öbür dünyaya hazırlamakla görevli olduklarını iddia eden bu Laik Cumhuriyet düşmanı, kanun dışı, adlarına “cemaat ve tarikatlar” denen tekke ve zaviyelerin tümden kapatılması gerektiğini söylemiyorsunuz-söyleyemiyorsunuz.

Söyleyemezler…

Çünkü siyasi planda oynayan Amerikan devşirmeleri, en sağcısından en solcusuna dek bu Ortaçağcı, kanun dışı, insanlık düşmanı “yılan yuvaları”ndan nemalanmaya çalışıyor. Onlara şirin görünerek siyasi rant elde etmek, oy devşirmek istiyor.

Bunların medyadaki muhalifi oynayan yandaş yazarçizerleri, gazeteci-televizyoncuları da aynı yolun yolcusu, aynı kategori içinde yer alır.

Yusuf Ziya Gümüşel denen bu şeyhin yaptığı yerel, tekil bir durum değil ki. Türkiye’de bütün tekke ve zaviyelerde yani bütün tarikat ve cemaatlerde, bütün İlahiyat Fakültelerinde, bütün İmam Hatip Liselerinde, bütün din dersi kitaplarında anlatılan, öğretilen; bu şeyhin yaptığının bire bir aynısıdır.

Bundan yıllar önce ne demişti, Yeni CHP’nin Sorosdaroğlu Hacı Kemal’i? (Bu Hafız’ın Umre Hacısı olduğunu da belirtmiş olalım bu vesileyle bir kez daha. Hem de İstanbul Ticaret Odası eski Başkanlarından, ANAP’ın, Fazilet Partisi’nin milletvekili ve bakanlarından, AKP’ninse hem kurucularından hem de bakanlarından olan Ali Coşkun’un Umre arkadaşı olarak yapmıştır bu farizesini, Hacı Kemal.)

Aynen şunu:

“Gülen hareketine de aynı çerçeveden bakıyoruz. Siyasete karışmadığı sürece, belli bir inanç grubu bir araya geliyorsa, ibadetlerini kendilerine özgü koşulları varsa bilmiyorum, yapıyorlarsa saygı duyarız onlara. Herhangi bir şekilde ‘niye siz bunu yapıyorsunuz’ bir şey söylemiyoruz. Adıyaman’da da Menzil grubu var mesela, bilinen bir gerçektir, hayatın bir gerçeğidir. Biz onlara saygı gösteririz. Ama onlar eğer siyasetin içine girip, inanları siyasetin malzemesi haline getirirlerse doğru bulmayız bunu. Bakış açımız bu. Biz inanç siyasete alet edilirse onu tehlike olarak görürüz ve onu her zaman dillendiririz.” (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kilicdaroglu-bizi-dunyaya-rezil-ettiniz-53371)

Ne diyor Sorosdaroğlu Hacı Kemal?

Tarikatlar ve cemaatler yani tekkeler ve zaviyeler olsun ama siyasete karışmasınlar.

Bu akla ziyan olarak değerlendirilecek görüş, Hayyam’ın tam da şu dizesine uyar:

“Bardağı ters tut ama dökme…”

Yahu bunların hepsi durup dinlenmeden, santim santim Laik Cumhuriyet’in altını oymakla meşgul olmuşlardır, 100 yıldan bu yana. Alayı Şeriat düzeni savunucusudur, Ortaçağcıdır. Bu sebeple de hepsi, kim en kallavi din sömürüsü yaparsa siyasette, ondan olur ve ona oy verir. Tıpkı FETÖ’nün 10 küsur yıl Tayyipgiller’le etle tırnak gibi kaynaşık Ortaçağcı yürüyüşleri gibi…

Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin siyasi plandaki temsilcisi HDP de aynı yolun yolcusudur. O da İsmailağacılarıyla, Menzilcileriyle aynı dini anlayışa sahip olan Şeyh Sait ve Said-i Nursi Anmaları yapar. Kürt illerindeki melelerin ellerini öper bunların en modern görünen siyasi temsilcileri, “eşbaşkan”ları.

Hatırlanacaktır; Abdullah Öcalan, Hüseyin Velioğlu liderliğindeki, dindar vatandaşlarımızı bile kendilerini eleştirdi diye kaçırıp, domuz bağlarıyla bağlayıp diri diri toprağa gömerek katleden Hizbullah’a ve FETÖ’ye defalarca ittifak çağrısında bulunmuştur.

Yine hatırlanacaktır, Selahattin Demirtaş’ın Said-i Nursi’ye yönelik övgüleri…

Şimdi bu siyasi, Amerikancı burjuva hareketlerin temsilcileri kalkmışlar; utanmadan 6 yaşında evlendirilen kadersiz, zavallı kız çocuğumuzun güya yasını tutuyorlar. Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin ipleriyle oynayan külah kapıcı, “TİP” temsilcileri de aynı havadan çalıyor.

Ülen sizi oraya taşıyan ve hâlâ da efendiniz, sahibiniz olan HDP’nin siyasi, ideolojik çizgisine bakın bir be…

Bakmazlar ama işte…

Dedik ya; hepsi fırıldak çevirmekle meşgul bunların.

Başta Tayyip gelmek üzere AKP’giller’in önde gelenleri, Gelecek’çi Davidson Ahmet ve Yeni CHP’nin kaşar burjuva milletvekili İlhan Kesici ve daha bir yığın devlet temsilcisi, saf saf dizilmişti bu İsmailağacıların ünlü şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazında.

Yukarıda da dedik ya arkadaşlar; bu tekke ve zaviyelerin alayı, Devrim Yasaları’nın hiçe sayılması sonucu halkımızı Ortaçağ’ın karanlıklarına hapsetmeye uğraşan Cehennem Zebanileridir, diye. İşte Devrim Yasaları:

***

TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU

Madde 1. Türkiye’deki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır.

Madde 2. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti veya özel vakıflar tarafından yönetilen bütün medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.

Madde 3. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde, okullara ve medreselere ait olan birikimler, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine devredilecektir

Madde 4. Milli Eğitim Bakanlığı, yüksek din uzmanları yetiştirilmesi için, üniversitede bir İlahiyat Fakültesi açacak; imamet ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için de ayrı okullar açacaktır.

Madde 5. Bu yasanın yayımı tarihinden başlayarak genel eğitim ve öğretimle görevli olup, şimdiye kadar Milli Savunma’ya bağlı olan askeri ortaokul ve liseler ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan yetim yurtları bütçeleri ve eğitim kadroları ile birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Bu ortaokul ve liselerde bulunan eğitim gruplarının bağlantıları, bundan sonra ait oldukları bakanlıklar arasında değişiklik suretiyle düzenlenecek ve o zamana kadar orduya bağlı olan öğretmenler orduya bağlılıklarını sürdüreceklerdir.

Madde 6. Bu yasa yayımı tarihinde geçerlidir.

Madde 7. Bu yasanın yürütülmesinden hükümet sorumludur.

TEKKE VE ZAVİYELERLE TÜRBELERİN SEDDİNE VE

TÜRBEDARLIKLAR İLE BİRTAKIM UNVANLARIN

MEN VE İLGASINA DAİR KANUN

Madde 1 – Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhının tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş bulunan bilümum tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak üzere kamilen seddedilmiştir. Bunlardan usulü mevzuası dairesinde filhal cami veya mescit olarak istimal edilenler ipka edilir.

Alelümum tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur.

Türkiye Cumhuriyeti dahilinde salatine ait veya bir tarika veyahut cerri menfaate müstenit olanlarla bilümum sair türbeler mesdut ve türbedarlıklar mülgadır. Seddedilmiş olan tekke veya zaviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdas edenler veya ayını tarikat icrasına mahsus olarak velev muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veya bunlara mahsus hidematı ifa veya kıyafet iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezayı nakdi ile cezalandırılır.

(Ek: 10/6/1949 – 5438/1 md.) Şeyhlik, Babalık ve Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar.

(Ek: 1/3/1950 – 5566/1 md.; Değişik: 7/2/1990 – 3612/5 md.) Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Kültür Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir.

***

Bu yasalar halen yürürlükte midir?

Evet…

Peki, uygulanmakta mıdır?

Hayır…

İşte felaket buradadır. Yasa var ama sadece kâğıt üzerinde; fiiliyatta yok böyle bir yasa.

1950’ye kadar bu tekke ve zaviyeler yeraltında çalıştılar. Gizli gizli örgütlenip faaliyetlerini sürdürdüler ve halkımızı olanca zehirleriyle uyuşturmaya devam ettiler.

1950 sonrasında zaten Karşıdevrim resmen iktidara gelmişti, 14 Mayıs 1950 Seçimleriyle. Ondan sonra bütünüyle önleri açıldı artık.

DP’nin önde gelen iki şefinden biri olan Adnan Menderes ne demişti bunlara hitaben?

“Siz isterseniz Şeriatı bile geri getirirsiniz.”

Ve 10 yıllık iktidarları boyunca Demokrat Parti’nin bütün kadroları bu Ortaçağ kurumlarıyla iç içe çalıştılar. Sonrasında gelen Demirel Hükümetleri aynı yolu izledi. Morrison Sülü lakabıyla meşhur Süleyman Demirel“Bu memlekette herkes göğsünü gere gere ‘Ben Müslümanım’ diyebilmelidir”, diyerek din sömürüsü yapıyordu, insanlarımızı “Allah’la Aldatma” işine girişiyordu.

1969’da yine ABD ve onun casus örgütleri tarafından piyasaya sürülen Molla Necmettin Erbakan, din sömürüsünde bunların hepsinin önüne geçti. O, işi gücü din alıp satmaya verdi. Tayyipgiller’in bütün kodaman kadrolarını da Molla Necmettin liderliğindeki Ortaçağcı partiler yetiştirdi.

Özetçe arkadaşlar; 1950’den beri iktidara gelen bütün ABD yapımı sermaye partileri, açıktan bu tekke ve zaviyelerle el ele, omuz omuza çalıştılar. Ve sonunda Türkiye’yi bugünkü karanlık uçurumların içine yuvarladılar.

Bunların ideolojisi nedir?

1400 yıl öncenin Arap Yarımadası’nın Hicaz bölgesindeki Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının iktidar olduğu Mekke-Medine gibi şehirlerin örfü, kültürü.

Siz bu insanlık düşmanı, vurguncu sömürgen sermaye sınıfının örfünü ve kültürünü yani çürümüş ahlâkını “din” diye, “sünnet” diye, “güzel ahlâk” diye üç yaşından itibaren Sıbyan Mekteplerinde, , Kur’an Kurslarında, tekke ve zaviyelerde-tarikat ve cemaatlerde, İmam Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde insanlarımıza yüklerseniz, işin sonu işte buraya varır…

Ve bugünkü biri hasbelkader patlamış ve günışığına çıkmış, daha binbir örneği gizli kalmış olan trajedilerin yaşanmasına varır…

Ve Türkiye Toplumu, kadınlarımız için Cehenneme dönüşmüş olur…

Erkekler de bu arada ahlâktan uzaklaşırlar, vicdanlarını ve insanlıklarını kaybederler…

Bu konuya yönelik olarak ne öğretiliyor bu “Din Okulları”nda, bu tarikat ve cemaat adlı tekkelerde?

Hz. Muhammed’in Hz. Ayşe’yle, o 6 yaşındayken resmen evlenmesi, 9 yaşına varınca da zifaf etmesi. İşte İlahiyatçı Arif Tekin’in konuya ilişkin anlatımı:

***

3- Ebu Bekir’in Kızı Ayşe

 Evlendiklerinde Kaç Yaşlarındaydı?

Ayşe’nin hayatı gerçekten çok maceralı geçmiş. Ayrıca onun konusu da çok zengin bir konu. Kendisi hakkında şimdiye kadar çok şeyler yazıldığını biliyorum. Fakat, burada okuyucuya farklı bir şey sunmak istiyorum. “Hz. Muhammed, Ayşe’yi küçük yaşta almıştır” sözünü ilk öğrendiğim zaman belki tek bir yazarın yorumudur veya İslam tarihinde böyle bir şey yoktur diye inanamadım; zaman içinde konuyla ilgili araştırmalara başlayınca -esefle ifade edeyim ki- duyduklarımın beteriyle karşılaştım. Ayşe’nin yaşıyla ilgili bilinen hadis külliyatı, müsnedler (diğer hadis kitapları), tefsir çeşitleri, siyer (peygamberin hayatını konu alan özel tarih) ve tabakat/ansiklopedi kitaplarının çoğuna baktım; adı geçen kaynaklarda şu ortak görüş var; Ayşe 6 yaşındayken babası Ebu Bekir’den istenip o günkü geleneğe göre resmen nikâhı kıyılıyor; 9 yaşına gelirken de Hz. Muhammed onunla gerdeğe giriyor. Hz. Muhammed öldüğü zaman, Ayşe 18 yaşında dul kalıyor ve ölünceye dek (yaklaşık 45-48 yıl) evlenemiyor ve dul olarak yaşamını sürdürüyor. Çünkü Kur’an’a göre onun eşleri ömür boyu başkalarıyla evlenemezler tüm Müslümanların anneleri sayılırlar. Hz. Muhammed’den sonra başkasıyla evlenmesinler diye Kur’an’a yasak ayetleri eklenmiştir.

Hz. Muhammed, onunla gerdeğe girdiğinde 54-55 yaşlarındaydı. Bilindiği gibi O, 63 yıllık yaşamının 53 yılını Mekke’de geçirdikten sonra Medine’ye göç etmiştir. Bu evlilik de Medine döneminin 2. yılında olduğuna göre, demek ki Muhammed’ le ilgili söylenen rakam (54-55 yaş) kesindir. Buna zaten kimsenin itirazı da olmamıştır.

Ayşe’nin yaşıyla ilgili başta Sahihi Buhâri ve onun özeti olan, aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tercüme edilen Tecrid-i Sarih, hadis külliyatı ve diğer İslami kaynaklarda anlatılan en sağlam bilgiyi, yine Ayşe’nin ağzından dinleyelim. Uzunca bir hadiste Ayşe şunları anlatıyor:

“6 yaşında küçücük bir kızken Hz. Muhammed’le nikâhım kıyıldı; daha sonra biz Medine’ye hicret ettik. Orada hastalandım; bu hastalıktan ötürü saçlarım döküldü. Daha sonra saçlarım yeniden gürleşti. Bir gün çocuklarla birlikte salıncakta oynarken annem Ümmü Ruman gelip beni çağırdı. Ben de annemin yanına vardım. Beni ne yapacağını bilmiyordum. Elimden tuttu, ta evimizin kapısına kadar geldik. Ben yorgunluktan kaba kaba soluyordum. Nihayet soluğum biraz yatıştı. Sonra annem biraz su getirdi; o suyla yüzümü başımı sıvazladım. Daha sonra beni eve koydu. Evde Ensar’dan (Mekke’den Medine’ye göç eden Hz. Muhammed ve arkadaşlarına yardım eden Medineli Müslümanlar) birtakım kadınlar hazır bulunuyordu. Bunlar bana, ‘Hayır ve bereket üzere geldin, hayırlı kısmet getirdin!’ deyip beni alkışladılar. Annem beni bu kadınlara teslim etti. Bunlar da benim kılığımı, kıyafetimi düzeltiler ve içeri giren Hz. Muhammed’e teslim edip çıktılar. Beni hiçbir şey üzmedi; ancak Hz. Muhammed habersiz olarak içeri girince çok sıkıldım. Ensar kadınları beni Hz. Muhammed’e teslim ettiklerinde ben dokuz yaşındaydım.”

Burada Ayşe’nin küçük olmasından ziyade, anlattıkları ilginç! Ayşe bir başka yerde şunları da anlatıyor:

“Çabucak büyüyeyim, boy alayım diye annem sürekli bana hurma ile salatalık yediriyordu. Gayesi, bir an önce beni büyütüp Hz. Muhammed’e teslim etmekti. Bu konuda başka ilaçlar da denemek istedi. Ama ben sadece hurma ile salatalığa devam ettim.”

Kızın babası Ebu Bekir’in teklifi de çok enteresan. Ebu Bekir sık sık, “Neden nikâhlın olan Ayşe’yi bir an önce götürmüyorsun?” deyip dokuz yaşından da önce onu Hz. Muhammed’e teslim etmek istiyormuş. Peki, acaba Hz. Muhammed niçin onu daha erken götürmemiş? Kız henüz küçük olduğu için mi, yoksa başka bir neden mi varmış? Bu sorunun cevabı, Hz. Muhammed tarafından Ebu Bekir’e verilen yanıtta var. Muhammed şu yanıtı vermişti: “Ayşe’yi bir an önce götürmeyişimin sebebi, düğün masraflarının olmayışı.” Demek ki masrafı olsaydı dokuz yaşından da önce düğün yapacaktı ve bir baba olarak Ebubekir de bundan mutluluk duyacaktı. Hz. Muhammed masraf konusunu açınca, Ebu Bekir kendi cebinden beş yüz bin dirhem gümüş para çıkarıp düğün masrafı olarak ona veriyor ve bu aşamadan sonra düğün işine başlanıp az önceki Ayşe hadisinde de anlatıldığı gibi bu iş fiilen gerçekleşmiş oluyor.

Ayşe bir ifadesinde, “Anne ve babamı gördüm göreli hep Müslümandı” diyor. Bundan, onlar Müslüman olmadan önce Ayşe’nin henüz dünyaya gelmediği ortaya çıkıyor. Bir diğer sözünde de, “Ben öylesine çocuktum ki, bazen Hz. Muhammed bana çocukları çağırırdı, ben de onlarla beraber oynardım” diyor.

 Ayşe Daha önce Başkasının Nişanlısıydı

Bu başlık altında farklı bir şey anlatmaya çalışıyorum. Ayşe’yi, Hz. Muhammed’den önce Mut’im bin Adiyy adında bir Müslüman kendi oğlu Cübeyr’e istemişti, yani başkasının sözlüsüydü. O günkü âdete göre, herhangi bir şeye söz verildi mi artık ondan kolay kolay caymak yoktu. Hatırlanacağı üzere Hatice, velisine karşı kurduğu bir oyun sonucu Hz. Muhammed’le olan evliliğini gerçekleştirmişti. O oyunun özeti şuydu: Velisini öyle aldatmıştı ki, sanki onun velisi istekli bir şekilde Hatice’yi Muhammed’e vermişti; tabiî ki söz vermesi halinde cayamazdı. Sonuçta. Hatice kurduğu bu akıllıca planla evlilik işini başarmıştı. Bu olay, o günkü geleneğe göre sözün ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için önemli bir kanıt. Zaten bunun tekrarından gayem, o günkü koşullarda verilen sözün önemini vurgulamak. Peki, ne oldu da Ebu Bekir Ayşe’yi o adamdan alıp da Hz. Muhammed’e verdi? Olay şu: Muhammed’in direktifiyle bir kadın Ebu Bekir’e gidip kendisine Ayşe’yi istiyor. Ebu Bekir, “Hayır olamaz! Çünkü benle Hz. Muhammed kardeş olmuşuz; dolayısıyla, kızımın nikâhı ona kıyılamaz (haramdır)” diyor. Kadın, Ebu Bekir’in bu sözünü Hz. Muhammed’e anlatınca kendisi, git ona, “Evet, insan kendi kardeşinin kızıyla evlenemez ama bizimki kan kardeşliği değildir. O bakımdan, bizim için herhangi bir engel söz konusu değildir de” diyor. Bu ifade Ebu Bekir’e anlatılınca, bir yolunu bulup sözünden cayıyor ve Ayşe’yi eski nişanlısından alıp Hz. Muhammed’e veriyor.

Burada, Ayşe’ye yapılanlardan ziyade, Hz. Muhammed’in, başkasının nişanlısına talip çıkması, kendi koyduğu prensiplere bile ters düşer. Çünkü o, “Başkasının talip çıktığı bir kadına siz talip çıkmayın. Ancak eğer o adam vazgeçerse o zaman olabilir” diyor.

Burada kendisi başkasının nişanlısına talip çıkmakla birlikte, çok samimi ve aynı zamanda da Hz. Muhammed için her riski göze alan bir fedakâr dostuna karşı da pek uygun olmayan bir davranışta bulunmuş oluyor: Hz. Muhammed’den önce Ayşe’yi kendi oğluna isteyen Mut’im, Hz. Muhammed’in çok sadık bir dostuydu. Müşrikler Hz. Muhammed’i öldürmek için karar aldıkları zaman bu şahıs, Muhammed’i korumak için dört oğlundan her birini, Kâbe’nin bir köşesine yerleştirmişti. Böylece onlar Muhammed’i düşmanlarından korumaya çalışıyorlardı. Müşrikler, bu adamın dört çocuğunu Muhammed’i savunmak için nöbete gönderdiğini duyunca, “Mademki sevdiğimiz bu çok değerli insan, dört oğluyla Hz. Muhammed’i savunmaya çalışıyor, o zaman biz de onun hürmetine bu eylemimizi gerçekleştirmiyoruz” deyip Muhammed’i öldürme planından vazgeçiyorlar. Hatta adamın bu iyiliğine karşı Hz. Muhammed, Bedir esirleri hakkında onun oğlu ve aynı zamanda Ayşe’nin eski nişanlısı olan Cübeyr’e, “Eğer senin baban hayatta olup bu (bize düşman olan) insanlar için ricada bulunsaydı, ben onun hürmetine hiç kimseye zarar vermeden hepsini affederdim” diyor.

Burada şunu demek istiyorum: Ayşe’nin başından geçenler bir yana; her dört çocuğunu da Hz. Muhammed’i korumaya yollayan adamın iyiliğine karşı yapılan bu işlem pek uygun değildir.

Ayşe’nin Muhammed’e Verilmesi Allah’ın Emriymiş

Ayşe meşhur “İfk” olayında zina ile suçlanınca Ömer Hz. Muhammed’e, “Senin Ayşe’yle evliliğin vahye mi dayanır, yoksa kendi iradenle mi onunla evlendin?” diye soruyor. Hz. Muhammed ise, “Ayşe ile evliliğim Allah’tan aldığım vahye dayanır” cevabını veriyor. Bunun üzerine Ömer, “O zaman merak etme Allah sana bir yol gösterir” diyor. Bunun üzerine Nûr Suresi’nin ikinci sayfasından itibaren ondan fazla ayet iniveriyor.

Bu olayı anlatmakla, Hz. Muhammed’in Ömer’in sorusu üzerine verdiği yanıta dikkat çekmek istiyorum.

Ayşe’yle ilgili Hz. Muhammed’in şu rüyasını anlatmakta -sanırım- yarar vardır: Kendisi, “Rüyamda Cebrail bana, ‘Ayşe ile evleneceksin’ dedi. Ben de, acaba bu rüya Allah’tan mıdır diye denedim. Meğer ki Allah’tanmış” diyor.

Az önceki Cebrail izni (vahiy) meselesi özel olarak Ayşe’yle ilgiliydi; bir de Hz. Muhammed’in tüm hanım ve kızlarının evlilikleriyle ilgili vahiy konusunda söylediği hadis var: “Ben herhangi bir kadınla evlenirken veya herhangi bir kızımı evlendirirken ille de o konuda bana Allah’tan vahiy gelip öylesine karar vermişimdir” diyor. Hâlbuki -ilerde de anlatılacağı gibi- Muhammed’in birçok kadınla evliliği sonucu, kendisiyle hanımları arasında çok olumsuz şeyler olmuş, değişik konularda onların hukuku çiğnenmiş, bir trajedi yaşanmış. Bu durumda bütün bu olumsuzlukların sorumlusu acaba kim!

Ayşe, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra on sekiz yaşında gencecik bir gelin olarak dul kalıyor ve hicri 57 yılında vefat ediyor. Demek ki Hz. Muhammed’in ölümünden sonra yaklaşık olarak elli yıl dul olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalmış. Evlenmesine engel olan gerekçe zaten belli: Kur’an’dan Ahzâb Suresi -özellikle 53. ayetin son cümleciği- Ayşe’yle ilgili bilgi, Kur’an’ın Kökeni adlı yapıtımda detaylıca verildiğinden, burada o bilgileri bir daha tekrar etmeyi doğru bulmuyorum. Ayşe konusu hem çok zengin hem de bir o kadar ilginçtir. (Arif Tekin, Kur’an’da Kadın ve Hz. Muhammed’in Hanımları, Berfin Yayınları, İkinci Baskı, s. 130-135)

***

Böyle 6, 9, 10, 12 yaşlarında kızlarla evlenmek, yukarıda da söylediğimiz gibi, o zamanın Arap Yarımadası’nın Hicaz Bölgesi Araplarının örfüdür, geleneğidir, ahlâkıdır, yaşam biçimidir. Ayşe’yle 6 yaşında evlenmesi, sadece Hz. Muhammed’in bir zaafından kaynaklanmamaktadır. O zamanın anlayışı budur.

Bildiğimiz gibi Hz. Ömer de Halifeliği döneminde, Hz. Ali’den kızı Ümmü Gülsüm’ü (Hz. Muhammed’in torunudur) dokuz ya da on yaşında, bir anlamda zor kullanarak, almıştır. Eş edinmiştir, iki de çocuğu olmuştur Ümmü Gülsüm’den.

Yukarıda bahsedildiği gibi, Adiyy oğlu Mu’tim de Hz. Muhammed’den önce Hz. Ayşe’ye talip olmuş ve babası Hz. Ebubekir’den olumlu yönde söz almıştır. Adiyy oğlu Mu’tim Mekke’nin en ileri gelen, en saygın aşiretine mensup, sözü geçer insanlarından birisidir. Demek ki o da Hz. Muhammed’le, çocuk yaştaki kızla evlenmek konusunda aynı anlayışı paylaşmaktadır.

Hz. Muhammed, Mekke’de kendisi ve Müslümanlar için hayat yaşanmaz hale gelmeye başlayınca, yakın şehirlere göç etmek için araştırmalara ve girişimlere başlar. Bu arada Taif’e gider, oranın kendisini ve Müslümanları kabul etmesi teklifinde bulunur. Konuyu İlahiyatçı İrfan Yücel’in “Peygamberimizin Hayatı” adını taşıyan, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarınca yayımlanmış olan kitabından birkaç bölüm aktararak koyalım.

***

2- Tâif Yolculuğu (620 M.)

a) Hz. Peygamber’in Tâif’te Karşılanışı

Kureyş’in zulümleri artık katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke Devri’nin 10’uncu yılı (620 M.) Şevvâl ayında, yanına evlâtlığı Hârise oğlu Zeyd’i de alarak Tâif’e gitti. Tâiflileri “Hak Din”e dâvet edecekti.

Tâif’te Sakiyf Kabîlesi vardı, onlar da putperestti. Rasûlullah (s.a.s.) 10 gün kadar, onlara İslâm’ı anlatmaya çalıştı, ileri gelenleri ile görüştü. Hiç biri Müslüman olmadığı gibi, “Senden başka Peygamberlik gelecek kimse kalmadı mı? diye alay ettiler Memleketimizden çık da nereye gidersen git..” diye Allah sevgilisini kovup hakaret ettiler. Tâif’ten ayrılırken de çoluk çocuğu ve ayak takımı düşük tabiatlı kişileri yolun iki tarafına sıralayıp taşlattılar. Rasûlullah (s.a.s.)’in ayakları, atılan taşlarla yara-bere içinde kaldı, ayakkabıları kanla doldu. Ayaklarındaki yaraların verdiği acıdan yürüyemez hâle gelip oturmak istedikçe, zorla kaldırıp yaralı ayaklarını taşlamağa devâm ediyorlar, bu yürekler parçalayan acıklı hâline gülüp eğleniyorlardı. Vucûdunu atılan taşlara siper eden evlâtlığı Zeyd, bir kaç yerinden yaralandı. Rasûlullah (s.a.s.) hayâtı boyunca karşılaştığı sıkıntılardan en büyüğünü o gün yaşamıştı. Nihâyet Rabîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak ayak takımının tâkiplerinden kurtulabildi. (age, s. 72,73)

***

Hz. Muhammed ve evlatlığı Zeyd, bu ayaktakımının saldırısından kurtulduktan sonra Mekke yoluna düşerler. Fakat burada aşılması zor bir sorun daha vardır. Mekke’yi haraca kesmiş ve Hz. Muhammed’e düşman Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin en irilerinden oluşan Antika Parababaları ve onların yönetimindeki kabileler, Hz. Muhammed’in Mekke’ye sokmak istemedikleri gibi, onun hayatını ortadan kaldırmayı bile düşünüyorlardı. Bu zorluğu aşmak için Hz. Muhammed şöyle bir çözüm bulur. İsterseniz konuyu yine İrfan Yücel’in yukarıda sözünü ettiğimiz kitabından bir bölüm daha aktararak koyalım.

***

b) Mekke’ye Dönüş

Rasûl-i Ekrem’in himâyesiz Mekke’ye girmesi imkânsızdı. Esasen, hayâtı tehlikede olduğu için Mekke’den Tâif’e gitmişti. Bu sebeple dönüşte, Hira (Nûr) Dağına çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır büyüklerinden Adiyy oğlu Mut’im’e haber gönderdi. O’nun himâyesinde gece vakti Mekke’ye girdi. Kâbe’yi tavâf edip Hârem-i Şerif’de iki rek’at namaz kıldıktan sonra evine döndü. Arap âdetlerine göre, bir kimse himâyesine aldığı kişiyi korumağa mecburdu. Bu sebeple, Mut’im ve çocukları silahlanıp Kâbe’nin dört bir tarafını tuttular. Peygamber Efendimizin Mekke’ye girip serbestçe tavâf etmesini ve evine gitmesini sağladılar. (620 M.)

Mut’im, Bedir savaşında müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mut’im’in bu iyiliğini unutmamış, Bedir esirlerinin kurtarılması için Medine’ye gelen oğlu Cübeyr b. Mut’im’e:

– “Eğer senin o ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona bağışlardım.” demişti. (İbnü’l-Esîr, a.g.e., 2/92-93; Zâdü’l-Meâd, 2/124; Târih-i Din-i İslâm, 2/278-279, Buhârî, 5/20; Tecrid Tercemesi, 10/170 (HadisNo: 1574) (age, s. 75)

***

Açıkça görüldüğü gibi Adiyy oğlu Mu’tim, Hz. Muhammed’in peygamberliğine de, ortaya koyduğu dine de karşı. Buna rağmen kendisinden koruma istedi diye ona sahip çıkıyor ve pek çok riski göze alarak Hz. Muhammed’i kendi evlatlarıyla birlikte kılıçlarıyla koruyarak Mekke’ye sağ salim girmesini ve evine yerleşmesini sağlıyor. Mu’tim’e de vefalı davranmamış oluyor, Hz. Ayşe’yi söz kesilmiş olmasına rağmen onun ve oğlunun elinden alarak, onunla evlenmesiyle…

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, Hz. Hatice’nin vefatından sonra kadınlara karşı aşırı bir düşkünlük gösteriyor, Hz. Muhammed.

İşte, arkadaşlar, yukarıda tek tek adlarını saydığımız onca Din Okulunda “Siyer-i Nebi” konu başlığı altında yani “Hz. Peygamber”in hayatının anlatımında, örnek alınsın diye bunlar öğretiliyor. Hem de “güzel ahlâk” diye, “örnek ahlâk” diye, “sünnet” diye yüceltilerek…

Kadının erkeğe eşit olmadığı, bu sebeple de erkeğine tabi olması gerektiği anlatılıp öğretiliyor. Kara çarşafa, cilbaba bürünmeleri ve evlerinde oturmaları, zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmamaları anlatılıp öğretiliyor. Çünkü Kur’an ayetleri de, hadisler de bunları öğütlüyor.

Bu tekke ve zaviyelerdeki şeyhler, şıhlar, hocalar, hacılar, ermişler de bunları anlatıp öğretiyor doğallıkla. Çünkü referans aldıkları dinin temel kitabı ve onun uygulayıcısı olan Hz. Peygamber, sahabiler ve onların sözleri hep bunları anlatıyor.

Bu sebeple de biz, yalnızca her biri vicdandan, merhametten yoksun, insanlık düşmanı bu tekkelerin şeyhlerini şıhlarını suçlayamayız. Onlar inandıkları şeyleri anlatıyorlar. Ve o şeyhlerin, şıhların, mürşitlerin dediklerine tabi olmak da dinin kesin bir buyruğu olarak öğretiliyor o tekkelerde.

Kur’an’da Nisa Suresi 59’uncu Ayette şöyle buyurulur ya Allah teala adına:

“Ey inananlar! Allah’a, Peygambere ve sizden olan ululemr’e itaat edin; ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Peygambere götürün; eğer Allah’a ve Ahiret Günü’ne (gerçekten) inanıyorsanız. Bu (sizin için) en hayırlısıdır ve sonuç olarak da en iyisidir.” (Mustafa Öztürk Meali)

İşte bu tarikat, tekke şeyhleri, mürşitleri; bu ayette kast edilen ululemr’in kendileri olduğu iddiasındadırlar. Bu sebeple de kendilerine müritlerin kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz itaat etmelerini, Allah’ın ayetle sabit bir emri olduğunu öne sürerler. Vaziyet bu olunca da 6 yaşındaki yavrularımızın evlendirilmesine, bırakalım bu Ortaçağcı Din Derebeyliklerinin kurbanı konumundaki müritlerini, dincilerin hiçbiri de ve onların siyasi plandaki fırıldak çevirmekle meşgul Amerikan devşirmesi oyunbazları da içtenlikli biçimde karşı olamazlar.

Oysa yapılması gereken nedir, bu Ortaçağ karanlığından ülkemizi ve halkımızı kesince kurtuluşa ulaştırmak için?

Demokratik, Laik, Bilimsel bir eğitimin tüm halkımıza eşit ve parasız olarak verilmesi…

Türkiye’de 70 yıldan bu yana yapılan nedir?

Bunun tam tersi…

İnsanlık 1400 yıl öncesinin, 2000 yıl öncesinin Köleci Toplumlarının örfünden, geleneğinden, kültüründen başka bir şey olmayan bu din dogmalarını aşmalıdır artık.

Bu bakımdan biz hep ne diyoruz?

Eğitimin birincil amacı zihni işletmek; sorgulayan, araştıran bir akla sahip olmayı sağlamak olmalıdır.

İkincil amaçsa, vicdani ve insani değerleri evlatlarımıza yüklemek olmalıdır.

6 yaşında, 9 yaşında, 10, 12 yaşında körpecik yavrularımızla evlenmeyi, onlarla cinsel yakınlaşmada bulunmayı bilim bugün artık sapkınlık olarak değerlendirmektedir. Bir ruh hastalığı olarak değerlendirmektedir.

İşte kanıtı…

Bütün dünyada büyük bir saygınlığı ve güvenilirliği olan, başka türlü ifadelendirirsek otorite kabul edilen-temel bir referans kaynağı olarak değerlendirilen DSM’nin Tanı Ölçütleri kitabına bir bakalım. Bu arada DSM’nin açılımını da ve kitabın adını da yazalım açıkça:

Amerikan Psikiyatri Birliği’nin hazırladığı “Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı” (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders – DSM).

Bu konudaki “Cinsel Bozukluklar ve Cinsel Kimlik Bozuklukları” başlığı altında incelenen mental hastalıklardan “Parafili”-“Cinsel Sapkınlık” alt başlığı altında belirtilen, tanımlanan hastalıkla ilgili olarak aynen şöyle yazar:

***

302.2 Pedofili

A. En az 6 aylık bir süre boyunca, kişinin ergenlik dönemine girmemiş bir çocukla ya da çocuklarla (genellikle 13 yaşlarında ya da altında olanlarla) cinsel etkinlikte bulunma ile ilgili yoğun, cinsel yönden uyarıcı fantezilerinin, cinsel dürtülerinin ya da davranışlarının yineleyici bir biçimde ortaya çıkması.

B. Bu fanteziler, cinsel dürtüler ya da davranışlar klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olur. (DSM 4, s. 212)

***

Bu Tayyipgiller’in en has bileşenlerinden olan Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuya ilişkin ne fetva vermiştir, arkadaşlar?

Aynen şunu:

“Resmi web sitesinde nikâhı tanımlayan Diyanet, evliliğin kişiyi zinadan koruduğunu ve insan neslinin devamını sağladığını savundu. ‘Kişinin gayri meşru ilişkiye girme tehlikesi bulunması halinde evlenmesi vaciptir’ diyen Diyanet, bulûğ tanımını yaparken çağına giren kız çocuklarının evlenebileceğini de şu tanımınla ortaya koydu:

“Nikâhın, iki şahit huzurunda tarafların irade beyanında bulunmak suretiyle akdedilmesi gerekir. Buluğ çağına erişmiş kadının velisi olmaksızın kendisinin nikâhlanabilmesi mümkün olmakla birlikte, velisinin de bulunması menduptur (yapılması daha iyi olan).”

“Diyanet, yine resmi web sitesinde “bulûğ” tanımlarken, kızların 9, erkeklerinse 12 yaşına basmaları halinde bulûğa erdiklerini açıkladı.

“Tanım şöyle:

“Sözlükte ‘ulaşmak, yetişmek, iş gayesine varmak gibi’ anlamlara gelen bulûğ, fıkıh terimi olarak, bir kimsenin çocukluk dönemini bitirip, ergenlik çağına ulaşması demektir. Bulûğ çağına ulaşan kimseye bâliğ denir. Ergenlik yaşı çocuğun vücut yapısına ve iklim şartlarına göre değişebilir. İslâm hukukçularınca bulûğ çağının alt sınırı, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş olarak belirlenmiştir. Bu yaşa ulaştıktan sonra erkeğin ihtilam olması, baba olabilme devresine girmesi; kızın da adet görmesi, gebe kalabilme çağına ulaşması fiilî olarak bâliğ olmalarıdır. Ancak erkek ve kızlar 15 yaşlarına ulaştıklarında, kendilerinde bu erginlik alametleri görülmese de bâliğ olduklarına hükmedilir. Buluğ, kişinin dinen mükellef sayılıp, yetişkin insan statüsünü kazandığı dönemdir. Bu çağa ulaşan ve akıllı olan kimse artık tam edâ ehliyeti kazanır. Böylece, ibâdet, helal ve haram gibi dinî hükümlere muhatap; cezâî, malî ve hukukî yükümlülüklere ehil olur.” (https://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/diyanete-gore-9-yasina-giren-kiz-evlenebilir-2156867/)

Açıkça görüldüğü gibi arkadaşlar; felaket İsmailağacılarla, Hiranurcularla, İskenderpaşacılarla, Menzilcilerle vb.leriyle sınırlı değildir. İşte 145 bin kişilik personele sahip, insanlarımızı sadece öbür dünyaya hazırlamakla görevli bu Diyanet İşlerinin şeyhleri, mürşitleri de aynı pedofil fetvayı veriyorlar, bütün bu tarikat ve cemaatlerle birlikte.

Öyleyse aşılması gereken, 1400 yıl öncesi Arap Yarımadası’nın bu çürümüş ahlâkıdır, arkadaşlar. Bundan yakayı kurtarmaktır. Bize din diye, sünnet diye, güzel ahlâk diye sunulan bu insanlık dışı, çürümüş örflerden, geleneklerden kurtarmaktır ülkemizi, halkımızı.

Mısır’da “Müslüman Kardeşler” adlı İngiliz Emperyalizmi yapımı Ortaçağcı Din Derebeyliği, Muhammed Mursi liderliğinde partileşerek iktidara gelmişti, 2012’de. Tabiî bu hareket 10 yıllar boyu Mısır Halkını afyonlamış, zehirlemiş, kafadan gayrimüsellah hale getirmişti. O yüzden en yüksek oyu alıp iktidara gelebilmişti. Ve bu karanlık, Ortaçağcı iktidar, eğer Tahrir İsyanı’yla ve ona destek veren askerlerle devrilmeseydi, şöyle bir yasa çıkarmaya hazırlanıyordu:

“Mısır Parlamentosu’nda görüşülen yasa şaşkına düşürdü. Sapkınlık dolu yasa tasarısı ‘Kocalara, ölen eşleriyle ilk 6 saat seks yapabilme’ hakkı getiriyor…

“Mısır Parlamentosu’na sunulan ve erkeklerin ölen eşleriyle ölümden sonraki ilk 6 saatte seks yapmasına imkân veren yasa tasarısı, kadın hakları örgütlerini ayağa kaldırdı.

“Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Selefilerin çoğunlukta olduğu parlamento, tartışma yaratan iki yasa tasarısını görüşmeye hazırlanıyor. Tasarılardan ilki genç kızların evlenme yaşının 14’e düşürülmesi.

“6 SAAT İÇİNDE SEKS HAKKI

“Diğeri ise erkeklere, ölen eşlerinin cesetleriyle, ölümden sonraki ilk 6 saat içerisinde seks yapma hakkı tanınması. El Arabiya’nın haberine göre Ulusal Kadın Konseyi (UKK) Başkanı Doktor Mervat el Talavi, Parlamento Başkanı Saad el Katatni’ye gönderdiği mektupla, iki tasarının da yasalaşmasının önüne geçilmesini talep etti. Konsey, İslamcı vekillerin ‘Kuran-ı Kerim’i kendilerince yorumlayarak kadınların eğitim ve istihdam haklarına kısıtlama getirmeye çalıştığını’ belirtiyor.

“ÖLÜMDEN SONRA EVLİLİK GEÇERLİ

“Nekrofili konusu, Mayıs 2011’de Faslı imam Zamzami Abdül Bari’nin açıklamalarından sonra tartışma konusu olmuştu. İmam Bari, evliliğin ölümden sonra da geçerliliğini sürdürdüğünü, kocaların olduğu kadar kadınların da ölen eşleriyle seks yapma hakkına sahip olduklarını söylemişti” (https://www.milliyet.com.tr/dunya/oldukten-sonra-cesetle-seks-yasasi-1533443)

Açıkça görüldüğü gibi, arkadaşlar; bu sapkın Ortaçağcı Din Derebeyliği de, çocuk yaşta kızlarla evlenmeyi savunmakla birlikte başka bir psikolojik, psikiyatrik cinsel sapkınlığı da savunuyor.

Neyi amaçlıyormuş bu kafayı yakmış, insanlıktan çıkmış meczuplar güruhu, arkadaşlar?

“Erkeklerin ölen eşleriyle ölümden sonraki ilk 6 saatte seks yapmasını.”

İnsanın midesi bulanır, iğrenir bunlardan yahu. İnsanlıktan bütünüyle çıkmış bunlar. İnsan soyunun yüzkaraları!

DSM-4, bu cinsel sapkınlığın da içinde bulunduğu benzer sapkınlık türlerini, aynı madde altında şöyle sıralar:

 ***

302.9 Başka Türlü Adlandırılamayan Parafili

Bu kategori, herhangi özgül kategorilerden birinin tanı ölçütlerini karşılamayan Parafilileri kodlamak içindir. Sadece bunlarla sınırlı kalmamak üzere örnekleri arasında telefon skatolojisi (açık saçık telefon konuşmaları), nekrofili (cesetler), parsiyalizm (sadece vücudun belirli bir bölümü üzerinde odaklaşma), zoofili (hayvanlar), koprofili (feçes), klizmafili (enema) ve ürofili (idrar) sayılabilir.  (DSM-4, s. 214)

***

Yani arkadaşlar; bu avanenin yani bu Ortaçağcı, karanlık güruhun tamamı, bırakalım toplum önderi olmayı, aslında kafayı yakmış, insanlıktan uzaklaşmış, ruh hastası ve acilen tedavi edilmesi gereken insanlardan oluşmaktadır.

Bugün bilim; fizyolojik, psikolojik ve sosyal gelişim bağlamında insanların, kadın olsun erkek olsun, ancak 18 yaşında çocukluktan çıkıp olgun birer insan olduklarına karar vermiştir. Bunun aksini düşünmek ve yapmak bilim dışına düşmektir, insanlık dışına düşmektir, Ortaçağ karanlıklarına yuvarlanıp gitmektir.

Başta Tayyip gelmek üzere Tayyipgiller; Mısır’daki bu Müslüman Kardeşler İktidarının devrilmesi üzerine, İslam Dünyasında en büyük yası tutmuşlardır. Tayyip bugün bile hâlâ sağ elinin dört parmağını gâh havada tutarak, gâh göğsünün üzerine koyarak ne işareti yapmaktadır?

Rabia işareti, değil mi?..

Ve işte o Müslüman Kardeşler sevdası yüzünden Türkiye’nin komşularıyla ve İslam ülkeleriyle ilişkilerini de felakete sürüklemiştir.

Tabiî her zaman yaptığı gibi ve her konuda olduğu gibi, şimdi tornistan yapıp berbat ettiği o ilişkileri yeniden düzene sokabilmek için o ülkeler liderlerinin önünde el ovuşturmakta ve hatta diz çökmektedir. Bir anlamıyla yalvar yakar olmaktadır onlara.

Öyleyse arkadaşlar; Demokratik, Laik, Bilimsel, Eşit, Parasız Eğitim ve Anadilin özgürlüğü, çağdaş olmanın da insan olmanın da sol, sosyalist, devrimci, komünist olmanın da ABC’sidir. İşte biz, Devrimci Harekete adım attığımız günden bu yana hep bu çizgideyiz ve hep bu bilimsel, devrimci prensibi savunmuşuzdur.

Bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız, bizim dışımızdaki sözde sol, Devrimci Hareketin hiçbir prensibini kavrayamadığı gibi bu konuda da savrulmuş ve halk dalkavukluğu yapma sevdasıyla Ortaçağcıların saflarında yer almıştır, on yıllar boyu. Açıkça “Laiklikten bize ne… Onu savunmak Kemalistlerin, Laikçi Teyzelerin işidir”, diyerek ısrarla ve inatla Laikliğe karşı olmuşlar, bununla da yetinmeyip Beyazıt Meydanı’nda Cuma Namazı çıkışlarında, her boydan ve soydan Ortaçağcılarla birlikte yani Tayyipgiller’in her bileşeniyle birlikte “Türbana Özgürlük” eylemleri yapmışlardır. Hatta DHKP-C gibi adı keskin sözde sol gruplar, etkin oldukları bölgelerdeki camilerde Mevlut okutma törenleri organize etmişlerdir.

İşte biz böyle devrimci prensiplerimizi ve tahlillerimizi, değerlendirmelerimizi açık, net, kesin, en cahil yurttaşımızın bile anlayabileceği bir dille ortaya koyunca da herkes bize düşman kesilmektedir. Yahu tamam da bu kadar da doğrucu ve keskin olunmaz ki, diye düşünmektedirler herhalde, bize bu düşmanlığı güderken.

İşte bu sebeple arkadaşlar; bizim adımız muhalifi oynayan medyada geçmez. Eylemlerimiz görülmez, yok sayılır. Hatta bize karşı uygulanan bu Susuş Suikastı öylesine boyutlara vardırılır ki komünisti oynayan ve kallavi gazeteci, televizyoncu geçinen medya patronu bile, emri altındaki medya emekçilerine; “HKP haberlerini girmeyeceksiniz!”, diye buyruklar verir, utanmadan, arlanmadan. Olsun bakalım…

Biz bugüne dek bildiğimiz ve inandığımız doğruları hiç eğip bükmeden, hiç lafı dolandırmadan, hiç işin sonu nereye varır, diye düşünmeden, her yerde ve her zaman açıkça, kesince ortaya koyduk. Bundan sonra da böyle davranacağız.

Ne diyor Adı Görklü Marks-Engels Usta’lar, 155 yıl önce yayımladıkları Komünist Manifesto’da?

“Komünistler inanç ve kanaatlerini gizleyecek kadar küçülmezler. Asla böyle bir alçalmaya tenezzül etmezler.”

Ülkemiz ve halkımız bu karanlık günleri de aşacak muhakkak. Ama öyle görülüyor ki, büyük acılar da çekilecek. Olsun bakalım…

Burada Hukukçu Yoldaşlarımıza bir görev daha çıkıyor, görüldüğü üzere:

İşleri güçleri Laik Cumhuriyet’i yıkıp onun yerine IŞİD çizgisinde Ortaçağcı bir Din Devleti kurmak olan bu kanunsuz Din Derebeyliklerinin alayının, bir daha açılmamak üzere kapatılması için Cumhuriyet Savcılarına bir suç duyurusunda daha bulunalım, diyorum. Tabiî yalnız bunlarla sınırlı kalmamalı bu suç duyurumuz. Bunlara her türden hamilik eden, bunları koruyup kollayan, finans desteği sağlayan siyasileri ve sermayedarları da kapsamalıdır, suça ortaklık ettiklerinden dolayı.

Cumhuriyet Savcılarına, kendilerine Laik Cumhuriyet’i koruma görevi verildiği için bu ad verilmiştir. Bu, onların en başta gelen, asli işidir. Fakat ne yazık ki bugün onlar “başka havada.” Bu savcıların bir bölümü Kaçak Saray Despotizmi tarafından esir alınmış durumdadır. Bir bölümüyse zaten bizzat Kaçak Saray tarafından o makamlara getirilmiş, Despotizmin elemanlarından oluşmaktadır. Bu bakımdan bu suç duyurularımızdan sonuç alacağımız konusunda umutvar değiliz. Fakat yine de biz, bu suç örgütlerinin işledikleri cürümlerin kayıt altına alınması ve de Tarihe not düşülmesi açısından Hukukçu Yoldaşlarımıza bu görevi yapmalarını öneriyoruz…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

9 Aralık 2022

Nurullah Efe Ankut
HKP Genel Başkanı