HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Taksim İsyanını 6. gününde yaptığı değerlendirme

 

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Taksim İsyanını 6. gününde yaptığı değerlendirme

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Taksim Direnişiyle ilgili değerlendirmesi “http://hkp.web.tv/” adresinden izlenebilir.


 

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’ un Taksim Direnişiyle ilgili değerlendirme video çözümü:


 

Yoldaşlar,

Bu eylemi önce kitlesel kapsamı ve etkisi açısından değerlendirdiğimizde buna hiç tartışmasız ikinci bir 27 Mayıs Eylemi diyebiliriz. Enteresan bu da 28 Mayıs’ta başladı. Demek ki bu isyanı, bu şanlı direnişi de 28 Mayıs Direnişi diye adlandırabiliriz.

27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden bu yana bu eylem, kapsam bakımından 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’yle, 1970’te olan o büyük direnişle birlikte en büyük ikinci eylemdir. Sadece dün, cumartesi günü, Taksim eylem alanımıza 1 milyonu aşkın insanın gelip gittiğini, eyleme katıldığını açıkça, netçe söyleyebiliriz. Bu eylemin çapı o kadar geniş ki, tüm Türkiye’yi kapsadı diyebiliriz neredeyse; Kürt illeri hariç olmak üzere. İçişleri Bakanının açıklamasına göre, 67 ilde ve 90 ayrı bölgede bu isyan hareketi yapılmış durumda. Yani toplam olarak milyonlarca insan, bu isyanda yer almıştır.

Hep şunu söylüyorum ya; gerçek bir proletarya partisi olsaydı, kitlelerle yakın, sıkı bağlar kurmuş bir parti olsa Tayyipgiller’in iktidarına son vermek bir yılı bile bulmaz, diye; işte o tespitimiz bir kez daha gerçekleşmiş oldu. Yani kanıtlanmış oldu. Kendiliğinden bir eylemde bile, spontane bir eylemde bile milyonlar Tayyipgiller’e baş kaldırabiliyor, isyan edebiliyorsa gerçek bir proletarya partisinin genelkurmaylığındaki bir eylemde örgütlü kitleler bunun kat be kat fazlasını yapar, arkadaşlar. Bu apaçık bir şey…

Demek ki bütün yenilgimiz, bütün kaybımız hep dağınıklığımızdan kaynaklanıyor. Bunu da ilk tespit eden hareket biziz. Usta’mız 1969 yılından bu yana “Devrimci Derleniş” parolasını ortaya koydu ve biz de hep bunu savunduk.

Ne zamana kadar?

2005’e kadar açıkça savunduk. Biliyorduk çünkü dağınıklığın kayıp demek olduğunu, felaket demek olduğunu. Ama biz toleranslı davrandıkça, biz derlenelim, birleşelim dedikçe Sevrci Sol gittikçe savruldu gitti. Gittikçe dağıldı ve gittikçe Amerikan saflarına savruldu gitti. Onun için bunun üzerine 2005’de legal partimizi kurduk.

Tayyip’in bugün öğle sonu bir toplantıda yaptığı açıklamada BDP ve MHP’nin bu isyana katılmadığını netçe ortaya koydu. Diyor ki; BDP ve MHP bu eyleme katılmadı. Bu eyleme katılanlar çapulculardır. Kendi ruh dünyası açısından kullandığı dil değişmediği için halkımıza hakaret etmeyi aynen sürdürüyor, devam ettiriyor. Bu hakaretlerin, bu zalimliklerin, bu cinayetlerin, bu alçaklıkların hesabı görülecek, hiçbiri yanlarına kalmayacak, hesabı sorulacak. O zaman bakalım “büyük ulu Hünkâr” dedikleri Vahdettin gibi kaçacak İngiliz, Amerikan, Alman, Fransız zırhlısı bulabilecekler mi?

Tabiî bu büyük isyanda, son derece haklı ve meşru isyanda, çok yaralılarımız oldu ve ne yazık ki bir yoldaşımızın durumu umut vermeyecek oranda ağır. Tedavisini sürdürmekte olan doktorların açıklamasına göre, yoldaşımızın kafasında yaygın kanama var. Gaz bombası mı yoksa plastik mermi mi yol açtı bu kanamaya onu henüz tespit edemedik, diyorlar. Ve kanama yaygın olduğu için de herhangi bir müdahalede bulunamıyoruz, diyorlar. Bekliyoruz o bakımdan, diyorlar, doktorlar. Ne yazık ki…

Yine bu eylemde de tıpkı 1 Mayıs’ta olduğu gibi bugün yani Pazar günü, Ankara’da en ön safta çarpışan bir yoldaşımızın da gaz bombasının yüzünde patlamasından dolayı yüzünde ağır tahribat var. 3 parçalı kırık var; şu an da hastanede ameliyatta yoldaşımız.

Ve yine Ankara’da bir saat kadar önce yoldaşlarımız yine ön safta çarpışırken, Partimizin beşinci katta olan binasına polis yerden üç gaz bombası atıyor. Gaz bombası Ankara’da Parti Genel Merkezimizin içinde patlıyor. Yani Tayyipgiller’in Hareketimize, Partimize karşı saldırganlığı gittikçe artıyor.

Demek ki kapsam açısından, etki açısından ve kitleleri etkileme açısından bu denli önemli, büyük bir eylem, arkadaşlar. Ve bu eylem, 11 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti’nin, Tayyipgiller hükümetinin aldığı ilk büyük önemli hezimettir. İlk kez bu eylemde açık bir şekilde, netçe hezimete uğradı Tayyipgiller ve onun baş sözcüsü Tayyip.

Ne dedi?

Valla ne yaparlarsa yapsınlar biz burada, Gezi Parkı’nda, istediğimiz planı uygulayabiliriz ve yapacağız da, dedi. Hatta ileri giderek, halkla alay ederek, sırıtarak… Zaten genel üslubu da böyle biliyorsunuz. Ortalama bir hafta sonra tüm bu söylediklerini yalayıp yutmak zorunda kaldı. Ve halkın bu büyük direnişi, Tayyipgiller’in en tepedeki kadrosunu çatırdattı, birbirine düşürdü. Ve dikkat edersek ilk çatlak sesi Bülent Arınç verdi. Ve bütünüyle yanlış buldu polisin halka uyguladığı zulmü ve projeyi de. Biz halka ne istediğini sormalıydık, anlaşarak bir şey yapacaksak onu yapmalıydık, dedi. Yani olayın sorumluluğunu bütünüyle Tayyip’in üzerine yıktı. Ardından konuşan Abdullah Gül benzer bir açıklama yaptı. Polisin uyguladığı zalimane, hayâsızca şiddeti uygun bulmadığını ortaya koydu. Tabiî Tayyip’in esas destekçilerinden öte yapımcıları olan ABD ve AB Emperyalistleri de Tayyip’e bu kadar fütursuzca, hayâsızca zulüm uygulamayı durdurmasını söylediler. Ve bunun üzerine Tayyip de bu işten vazgeçme ve hezimeti kabul etmek zorunda kaldı. Mecbur kaldı buna. Demek ki eylemin çapı bu denli büyük… Ve tarihimizde unutulmayacak bir eylem bu. Bunun altını öncelikle çizerek belirtmemiz gerekir.

Bir ikinci önemli nokta; bu eylemi kim ortaya koymuştur, kimler ortaya koymuştur? Bunun planını, projesini hazırlığını kimler yapmıştır?

Bu soruyu sorduğumuz zaman, ne yazık ki biz devrimcilerin bu projede yer almadığını itiraf etmek zorunda kalırız. Tıpkı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi, bu 28 Mayıs Şanlı Direnişimiz de kendiliğinden, halkın artık yeter, diyerek isyanını ortaya koyduğu bir eylemdir. Ve biz devrimciler bu konuda da halkımızın peşine takılmak durumunda kaldık.

Bu nereden kaynaklandı, yoldaşlar?

Bunu ortaya koyup uzun uzun düşünmemiz gerekir. Çok önemli bir eksiklik.

Oysa devrimcilerin görevi ne?

Halka önderlik etmek. Devrimin genelkurmayı olmak devrimcilerin görevi ama ne yazık ki, halkın peşine takıldık biz.

Burada hemen şunu belirtmeliyiz, bizim Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz, artık geldikleri aşama bakımından Amerikan Solu, Pentagon ya da CIA Solu dediğimiz Solun programı ve ivedilikleriyle halkın problemleri ve öncelikleri tümüyle birbirinden ayrıdır. Onu görüyoruz. Ve halka önderlik edememeleri ve halkın gerisinde kalmaları buralardan kaynaklanmıştır.

Peki, halkımız hangi tepkilerle yani bir üçüncü nokta olarak bunun da altını çizerek başlarsak, hangi sebeplerle bu eyleme katılmıştır? Yani bu eylemi ortaya koyan, yaratan sebepler nelerdir?

Ona baktığımız zaman burada sebepleri iki başlık altında toplayabiliriz.

Bir: Ortaçağcı gidişe başkaldırmak… Ortaçağcılığa başkaldırı yani Türkiye’nin bir din devletine dönüştürülmesine isyandır. Yani siyasal İslam’ın projelerine başkaldırıdır bu.

Baktığımız zaman burada ne görüyoruz, arkadaşlar?

Bu projeyle yani Amerika’nın Türkiye’yi Siyasal İslam devletine dönüştürme projesiyle kadınların yeniden başörtüsüne, kara çarşafa büründürülerek üretimden ve sosyal hayattan kopartılarak eve hapsedilmesi amaçlandı. Onun mücadelesi yapıldı. Dikkat edersek yıllarca hatta on yıllarca türban eylemleri adı altında bunun mücadelesini yaptılar, Tayyipgiller ve her türden Ortaçağcılar. Usta’mız da der ya; gericilik ne zaman hainane, namussuzca bir saldırıya geçmek istese bunu kadının namusu üzerinden ortaya koyar ve kadını kullanarak bu alçakça amacını gerçekleştirmek ister, diye. İşte burada da aynı durumu görüyoruz.

Başörtüsü zulmü dediler, kadınlarımıza uygulanan zulüm dediler yıllarca kitleleri kandırdılar.

Ne yazık ki Sevrci Soytarı Sol da buna destek verdi, değil mi?

Tayyip’le, Abdurrahman Dilipak’la beraber ve benzer on yılların satılmış, hain, kaşar Ortaçağcılarıyla beraber, Dev-Sol’dan ve onun Grup Yorum’undan EMEP’e kadar; bugün ulusalcı oynayan eski CIA Solu’nun, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Doğu Perinçek’e kadar solculuk iddiasındaki gruplar Beyazıt Meydanı’nda o kandırılmış zavallı kızcağızlarla beraber ve tabiî tüm Ortaçağcılarla beraber türban eylemi yaptılar. Utanç verici bir alçalmaydı bu devrimciler açısından.

Türban, kara çarşaf kadının özgürlüğü değil esaretinin simgesi, boyunduruklanışının simgesidir. Kadını bir cinsel obje olarak gören anlayışın simgesidir. Biz bunu ortaya koyduk. ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin Türkiye’de hayata geçirilişinden bu yana bu savaş sürüyor ve bizim çizgimiz hep aynıdır dikkat edersek. Bizim dışımızdaki bütün sol savrulup gitti.

Kürt hareketine de bakarsak, işte en son İmralı’da Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklama ortada.

Ne diyor?

“AKP’ye altın tepsi içerisinde iktidarı biz sunduk”, diyor.

Ve bütün ömrünü gericiliğe, Ortaçağcılığa, Şeriata adamış; bu yolda bir ömür süren Altan Tan’a da; bugüne kadar sizin on yıllardan beri hayalini kurduğunuz bir şeyi gerçekleştirdik, diyor.

Zaten dikkat edersek, daha önce de Abdullah Öcalan; Fethullah’a, Hizbullah’a defalarca ittifak önermişti. O bakımdan bizim dışımızdaki Kürt ve Türk siyasal hareketlerinin tamamı Tayyipgiller’le yan yana olmuştur.

Oradan bir başka noktaya gelirsek, yine geçen sene 4+4+4’le eğitimi dincileştirdiler artık, değil mi?

Yani bütün okulları bir anlamda İmam Hatiplere ve Kur’an Kurslarına çevirdiler. Tarikat okullarına çevirdiler. Bunu da gerçekleştirdiler. Tanık olduğumuz gibi şimdi tüm ilköğretim okullarını adım adım İmam Hatipleştiriyorlar. Ve bu konuda da büyük yol aldılar. Ve artık türban, kara çarşaf, sarık, cüppe sadece eğitim öğretim alanıyla sınırlı olmaktan çıktı, tüm devlet kurumlarında özgür hale geldi. Demek ki çok yoğun bir şekilde Ortaçağcılığa doğru gidiş var.

Tayyip’in çıkarmayı planladığı son alkol yasası…

Ne diyor orada da?

“İki ayyaşın çıkardığı kanun geçerli oluyor da dinimin emrettiği kanun sizin için neden reddedilmesi gereken bir şey oluyor”.

Tabiî burada bütün kinini ve iç dünyasını ortaya koyuyor.

Yani referansı ne oluyor burada?

Din dogmaları…

Bildiğimiz gibi Kur’an’da 3 kademeli bir gidişle alkol sonunda haram kılınmıştır. Hani birincisinde, Bakara Suresi’nde: “Faydası da vardır zararı da vardır ama zararı daha fazladır”, deniyor.

Hz. Ömer bununla tatmin olmuyor haklı olarak. Kesinlik yok çünkü. Bu konuya ilişkin daha sonra gelen Nisa Sure’sinin 43’üncü ayetinde: “Alkollüyken, sarhoşken namaza yaklaşmayın”, diyor. “Çünkü o zaman ne dediğinizi bilmez duruma gelirsiniz, diliniz dolaşır”, diyor

Hz. Ömer bununla da yetinmiyor. Bunda da kesinlik yok, diyor. Daha kesin, daha net bir talepte bulunuyor. Yani bir buyruk verilmesini istiyor ve bunun üzerine de Maide Sure’sinin 90’ıncı Ayetinde: “Alkol size haram kılınmıştır”, deniyor.

Zaten giyim konusundaki ayetler de Hz. Ömer’in talebi üzerine ortaya konulmuş ayetlerdir. Yoksa örtünmeyle ilgili ilk ayet, İslamiyet’in ilanından 10 yıl sonra geliyor. Diğeri de yani ayetin bir bölümü de 13 yıl sonra geliyor, arkadaşlar. Yani giyim konusu böyle bir önem taşısa, İslamiyet ilk ortaya konurken bununla birlikte getirilmesi gerekirdi. Demek ki burada da Ömer’in açık, net talepleri var.

Bildiğimiz gibi kadın 10 bin yıl önce alta düşürüldüğü için kaldı ki o zaman Arap toplumu da İlkel Komünal Düzenden Sınıflı topluma geçtiği için, kadının aşağılanması daha da katmerleşmiş oluyor. Ömer de kadının aşağılanmasını kapsayan bu töreyi benimsiyor. O yüzden bu konuda ısrarlı taleplerde bulunuyor. Bunun üzerine o ayeti ortaya koyuyor.

Tayyip şimdi bu dini referans alarak, açıkça hukuk kurallarını yani devletin şekillendiren kuralların tümünü din dogmalarıyla özdeşleştirmeyi amaçlıyor. Yani iç dünyası bu. Tamamı dogmalara dayanan ve onları kanun haline getirmeyi amaçlayan bir toplum düzeni kurmak istiyor, onun peşinde. Onu da bu şekilde itiraf etmiş oluyor. Demek ki insanların bu tepkisi buradan kaynaklanıyor.

Bir diğer önemli tepki sebebi de Mustafa Kemal’e, Laikliğe, Ulusal Kurtuluş’a Tayyipgiller’in on yıllardır yaptığı saldırıdır. O saldırının halkımızda yarattığı tepki, öfkedir. Bir diğer önemli sebep de budur, arkadaşlar.

Biraz önce alkolle ilgili yasadaki cümlesinde de söylediğimiz gibi “iki ayyaş” diye nitelendirdiği kişiler Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’dür. Çünkü alkolün satışını ve kullanılmasını serbest bırakan yasa 1926 da çıkarılmıştır. O zaman Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakandır. Tamamen ikisine saldırıyor Tayyip. İkisine zaten büyük kin güdüyor bildiğimiz gibi. Daha önce, 10 küsur yıl kadar önce, iktidara gelmeden önce TV’lerde yayımlanan bir kasetinde yaptığı bir saldırıda da hatırlarsak, Mustafa Kemal’e “ölmüş inek” diye saldırıyordu. Hindistan’da, diyor, inekler yola yatınca trafik akışı duruyormuş. Demiryollarının üzerindeki trenlerin hareketi duruyormuş, diyor. Bizim ilerlememizi engelleyen inekler ölü yahu, diyor. Bizimkiler canlı da değil, ölmüş bizimkiler, diyor. Buna rağmen Türkiye’nin ilerlemesini engelliyorlar, diyor. Kastettiği burada da açıkça Mustafa Kemal’dir. İlerlemeden kastettiği ise Türkiye’nin tarihsel akışta ileriye götürülmesi değil; tersine geriye-Ortaçağa götürülmesidir…

İnternet sitelerinde yer alan bu konuya ilişkin saldırısı aynen şöyledir:

“Rize’deki bir miting sırasında halka sesleniyor:

“Trenimizi kimse durduramaz… Tren dedim, aklıma geldi…

“Hindistan’ı ziyaret eden Afrikalı bir devlet başkanının bindiği tren aniden durmuş… Sormuşlar, neden? “Efendim, yolumuzun üstünde bir inek yatıyor… İnekler bizde kutsaldır. Onları rahatsız edemeyiz, hayvan ne zaman kalkarsa o zaman yolumuza devam edeceğiz.”

“Ne mutlu onlara ki, inek canlı… Bizim yolumuzu kapatan inek ise ölü, kimse adını da ağza alamıyor… İneği yolumuzdan evvelallah sizlerin yardımıyla, artık nasıl olursa, nasıl denk gelirse kaldıracağız.”

Neden düşman, arkadaşlar?

Mustafa Kemal tam bağımsızlıkçı, antiemperyalist, laik bir devlet kurduğu için ve Çanakkale Savaşlarında ve Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda emperyalistleri hezimete uğrattığı ve dünyanın ilk zaferle sonuçlanan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı verdiği için. Hilafeti ve Saltanatı yani din devletini yıkarak onu, kısmen de olsa, tam laik diyemeyiz, laik bir devlete dönüştürdüğü için. Bunun için düşmanlar. Çünkü bunlar hep söylediğimiz gibi, ilk sömürgen sınıf, asalak sınıf olan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileridirler. Tabiî şimdi Finans-Kapitalist aşamasına ulaşmışlardır. Finans-Kapitalistleşmişlerdir. Yani Parababası olmuştur hepsi ama kökenleri itibari ile Tefeci-Bezirgân Sermayenin içinden gelmişlerdir. Onun kültürünü, onun dünya görüşünü, onun geleneklerini benimsemekte ve onu savunmaktadırlar. Demek ki halkımızın tepkisini oluşturan önemli sebeplerden ikisi bunlardır.

Bir başka önemli sebep, bir üçüncü önemli sebep de; Türkiye’nin Yeni Sevr’e adım adım götürülüşüne, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı halkımızın duyduğu tepkidir. Yani bunun bir parçası olarak Irak’ta emperyalistlerle beraber Irak’ın bombalanmasını, milyonlarca insanın katledilmesini, işgal edilmesini ve on binlerce Müslüman kadının ırzına geçilmesini savunan Tayyip’e karşı halkın duyduğu tepkidir. Dostum dediği, elinden ödül aldığı Muammer Kaddafi’nin alçakça katledilmesinde suç ortağı olmasına halkımızın duyduğu tepkidir. Ve en son olarak Suriye’de; “Bizim Beşşar Esad’la ilişkimiz kardeşten de öte, daha yakınız” demesinden kısa bir süre sonra, bir yıl kadar sonra efendisi Obama’dan aldığı bir emir üzerine bir anda Beşşar Esad’ı başdüşman ilan etmesinden dolayı halkımızın ona duyduğu tepkidir.

Yani bunlar Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcileri oldukları için bunlarda tutarlılık, dürüstlük, namus, onur, insanî değerler zerrece bulunmaz. Yani çıkarları gerektirdiği anda gözlerini kırpmadan, duraksamadan satar geçer bunlar. O yüzden bunların ruhiyatlarına baktığımız zaman vicdan bulamayız. Herhangi bir insanî değer bulamayız. Acıma duygusu bulamayız bunlarda. Bunlar insana düşman, hayvana düşman, doğaya düşman. Bunların tek tapındıkları Tanrı, Para Tanrısı başka Tanrıları, değerleri yok.

Sokak hayvanlarını topluyorlar bunların belediyeleri; götürüp Beykoz ormanlarına, Belgrat Ormanı’na atıyorlar. Orada o çaresiz zavallı hayvancıklar açlıktan, susuzluktan ölüyor. Ve bu canavarlıklarını gizlemek için de kışın kar altında oralarda can çekişen hayvanlara, sözüm ona ara sıra göstermelik, görüntüye kaydetmek amacıyla yiyecek götürüyorlar, yiyecek atıyorlar. Onu da sitelerine koyup, bak biz doğal alanlarına bıraktığımız hayvanlara nasıl yiyecek veriyoruz, onları besliyoruz, diye halkımızı kandırıyorlar. Yoksa evcil hayvanların doğal hayatı yaşam alanı orman olur mu? Kediler, aşağı yukarı 4000 yıl önce, köpekler 10 bin yıl önce evcilleştirildi. Yani köpekler, insanlığın Orta Barbarlık aşamasına, Çoban Toplum aşamasına geçmesiyle birlikte evcilleştirildi. Kediler, Mısır’da, Mısır Medeniyetiyle birlikte Nil Havzasının tarıma açılmasıyla birlikte evcilleştirildi,. Oralardaki tarım alanlarını farelerden korumak için yaban hayvan olan kediler evcilleştirildi. Ve artık evcil hayvan oldular. Doğal yaşam alanları biz insanların yaşadığı yerlerdir. O bakımdan bunlar insana acımadığı için hayvana hiç acımazlar.

Yine memleketim Konya’da yumurta tavuğu, civcivi üreten üretimhanelerde civcivler yumurtadan çıktığı anda erkekleri hemen dişilerden ayırıyorlarmış ve onları kafesler içerisinde kamyonlara doldurarak götürüp kıra atıyorlarmış. Acımasızlığı, zalimliği görüyor musunuz? Çünkü o et tavuğu olmadığı için en fazla 1.5-2 kilo kadar ağırlığa ulaşır. Hâlbuki et tavukları 50-60 günde 3-4 kilo ağırlığa ulaşır. O yüzden daha kârlı olanı üretir. Ne diye bunlarla uğraşalım, diye onları daha ilk günden ölüme terk ediyorlar. Bunu da yapan Ortaçağcı, Tayyipgiller’in taraftarı olan insanlar; o çiftliklerin sahipleri…

Gezi Parkı’na gelirsek…

İnsana ve hayvana acımayan ağaca acır mı hiç? Ağaca hiç acımaz. Bunlar için ağacın bir önemi yok.

Ne yaptılar?

HES’lerle Karadeniz’in tüm doğal yapısını bozdular, imha ettiler. Maden alanlarıyla Ege’nin ve Akdeniz’in doğal yapısını imha ettiler. Ormanlarını imha ettiler, akarsularını imha ettiler. Şimdi de Gezi Parkı’nı imha ederek, oradaki yeşil alanı ve İstanbul Halkının belirli günlerde sıcaktan bunaldığı anlarda serinleyebildiği ender alanlardan biri olan bu alanı ortadan kaldırmak istiyorlar. Ve aynı zamanda da bizim 1 Mayıs Alanı’mızı bu maskeyle, bu yalanla, bu demagojiyle elimizden almak istiyorlar. O bakımdan bunlarda duygu yok, his yok, arkadaşlar. Yaptıkları zalimliklerin, gaddarlıkların, ihanetlerin nedeni bu kişiliklerinden de kaynaklanıyor.

İnsanlarımızın nasıl aşağıladığını biliyorsunuz değil mi?

İşçiyi azarlıyor, köylüyü azarlıyor anasına varıncaya kadar dil uzatıyor. Memurlarımızı azarlıyor, doktorları azarlıyor, eczacıları azarlıyor, işine gelmeyen yargı mensuplarını azarlıyor.

İşte en son 6’ncı İdare Mahkemesinin yargıçlarını azarladı, arkadaşlar.

Niye?

Kendi isteğine aykırı karar verdiği için. Küstah, saldırgan, hakaretamiz tüm açıklamaları, konuşmaları, tüm tavırları dikkat ederseniz… Şimdi insanların vicdanlarını da aşağılıyor. Acıma duygularını, sevgilerini de aşağılıyor.

Demokrat, laik, Mustafa Kemalci yazarlara ne diyor?

Özellikle Bekir Çoşkun’u kastederek; “bunlar köpekleriyle yatarlar”, diyor değil mi arkadaşlar, aşağılamak için.

Oysa biz doğayı, hayvanları ve insanları içtenlikle seven ve bir bütün olarak kabul eden bir anlayışa sahip olduğumuz için hiç kimseyi hayvan sıfatıyla niteleyerek aşağılamayız.

Şimdi burada bir olay anlatmak istiyorum. İnternet sitelerine girerseniz “Köpek Haçiko” diye ararsanız; (bazı arkadaşlarımız biliyordur belki) dokunaklı bir hikâyeyle karşılaşırsınız. Bir Japon profesörün 1923 doğumlu (Haçiko Japoncada sekiz anlamına geliyor) bir köpeği var. Profesör her gün metroya kadar köpeğiyle birlikte geliyor; profesör metroya biniyor köpek evine dönüyor. Profesörün üniversiteden dönüş saatinde yine metro istasyonuna geliyor ve metrodan inenleri dikkatle takip ederek sahibi metrodan iner inmez koşarak onunla birlikte sarmaş dolaş evine dönüyor. Ama bir gün profesör bir konferansta kürsüde mikrofon başında kalp krizi geçirerek ölüyor. Haçiko akşamüzeri istasyona geliyor ama sahibi dönmüyor. Saat 10’a kadar bekliyor, dönmeyince, kimse kalmayınca evine dönüyor. Ve ertesi gün yine profesörün eve dönüş saatinde geliyor yine bekliyor 10’a kadar ve ondan sonra dönüyor. Ve Haçiko’nun sahibini bu bekleyişleri tam 10 yıl, ömrünün sonuna kadar sürüyor. 1935’te karlı bir kış günü Haçiko yine istasyonun önünde lapa lapa kar yağarken hayata gözlerini yumuyor.

İlkel Komünal Toplumdan doğrudan kapitalizme geçen Japonlar, böyle yüksek, yüce değerlere önem verdikleri için Haçiko’nun o istasyon önünde, son nefesini verdiği yere bakırdan bir heykelini dikiyorlar. Ve o günden sonra istasyonun o çıkış kapısına Haçiko Kapısı adı veriliyor. Genç kızlar ve delikanlıların sevgilileriyle randevulaşmayı en çok tercih ettikleri yerlerden biriymiş.

Hayvandaki sevgiye, sadakate bakar mısınız, arkadaşlar?..

Yine geçen senelerdeydi. Ya geçen sene ya evvelki sene, Muş’ta bir çoban köpeği, Kangal türü bir çoban köpeğinin bir davranışı vardı. Koyun sürüsü yoldan geçerken kamyon çarpıyor ve bir kuzuyu öldürüyor. Köpeğin korumakla sorumlu olduğu sürüden bir kuzuyu öldürüyor. Ve köpek başında bekliyor. 4 gün bekliyor kuzunun başında. Çünkü benim sorumluluğum altındaydı; onu bırakıp gidemem, diyor. Çünkü benim sorumluluğumdaki bir hayvan, burada yattı onu bırakıp gidemem, diyor. Onun korunması bana ait bir görevdi. Onu bırakamam. 4 gün bekliyor… Sonunda haber veriyorlar sürünün çobanına, çoban gelip kuzunun cesediyle beraber köpeği götürüyor.

Yine 10 gün ya da 15 gün kadar önceydi; Şişli’de sokakta yaşayan bir insanımız, iki köpekle beraber yaşıyor. Ana cadde üzerinde yüzükoyun yatmış uyuyor. İnsanlar hareketsiz yattığını görünce herhalde cansız, başına bir şey geldi ya da baygın diye düşünüyorlar. Ve sağlık ekiplerine haber veriyorlar. Ambulansla sağlık görevlileri geliyor, köpeğin biri hemen fırlayarak sahibine, dostuna zarar verir endişesi taşıyarak sağlık görevlilerini yanına sokmuyor. Ve köpeğin uzun havlamaları üzerine adam uyanıyor ve bir sağlık sorunu yokmuş, kalkıp birlikte gidiyorlar başka bir yere.

Şimdi bütün bunlara bakıyoruz bir de Tayyipgiller’e bakıyoruz. Dostum dediği Kaddafi’yi, Obama’nın bir emriyle satıyor. Beşşar Esad’ı, Obama’nın bir emriyle satıyor.

Yine birkaç gün önce, 3’üncü Köprünün inşaatını başlattı değil mi? “Boğaz’a 3’üncü altın gerdanlık yapıyoruz”, dedi değil mi?

Oysa 1995’te belediye başkanıyken aynı köprü için bakın ne diyor, arkadaşlar?

“3’üncü Köprü İstanbul için cinayettir. Kuzey bölgemizde kalan yeşil alanların bölgelerin imara açılarak katledilmesinden başka bir şey değildir. İnşallah bu cinayet bitmeden hükümet değişir.”

İfade bu kadar açık ve net, arkadaşlar. Oysa bugün tam 180 derece karşısında bu anlayışının.

İşte bütün bunları değerlendirdiğimiz zaman şöyle diyebiliriz herhalde; keşke bunların yerine bizi Haçiko gibi, Muş’taki o kangal köpeğimiz gibi ya da Şişli’deki o garibanın sokak köpekleri gibi bir köpek yönetseydi bu ihanetleri yapmazdı, bu zulümleri yapmazdı, bu döneklikleri yapmazdı, bu zalimlikleri yapmazdı. Ama bunlarda içtenlik yok, hiçbir insanî değer yok…

Direnişin 4’üncü gününde televizyonlarda izlenen bir konuşmasında sırıtıyordu değil mi yine meydan okuyarak? Sırıtıyor, arkadaşlar… Oysa insanlar günlerdir gaz yiyorlar, cop yiyorlar, gaz bombaları patlıyor yüzlerinde, başlarında, bedenlerinde. Biber gazı karıştırılmış sularla bedenleri kavruluyor. Ama buna rağmen o sırıtıyor; işte acıma hissi yok… Duygu olmadığı için vicdan teşekkül etmemiş bunlarda. Var olanı da satmışlardır, çıkarları için satmışlar. Hani daha önce açıklamıştık ya bunlar dördüncü canlı türü… Bunlar insan doğmuş ama iradi olarak insanlığı terk etmiş yaratıklar dikkat edersek.

İşte halkımızın tüm bunlara; bu zalimliklere, bu ihanetlere, bu dönekliklere, bu zulümlere duyduğu tepkinin ifadesidir isyan, başkaldırı.

Bir de Kuvayimilliye yadigârı tüm kamu kurumlarını sattı değil mi? Bir bir sattı, arkadaşlar. Elde hiçbir şey bırakmadı. Şimdi işte en son geçen hafta Galata ve çevresini de sattı. Yani artık ormanları satacaklar, şehirleri satacaklar, yolları, köprüleri bildiğimiz gibi satacaklar. Bunlar için her şey satılık. Satılık olmayan hiçbir şey yok. Çünkü bunların sloganı; satalım, vuralım ve küp dolduralım. Ve ihanet edelim iktidarda kalabilmek için bunları yapabilmek için. Bunların başka bir dünyası, düşüncesi yok, arkadaşlar.

Tabiî bu arada da işte halkımızı, gerçek İslam olmayan yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin İslamıyla ilgisi olmayan Muaviye’nin ve Yezid’in diniyle kandırıyorlar. Yani sahte İslamla kandırıyorlar. Yoksa hep söylediğimiz gibi Hz. Muhammed’in amacı ne?

Cenneti bu dünyada kurmak. İnsanları, hayvanları, doğayı bir uyum içinde yaşatmak. Hurma fidanları dikiyor ve koruyor o bahçeyi ve hâlâ Hacca gidenler, o hurma bahçesinden devşirilmiş hurmaları getiriyorlar “Peygamber Hurması” diye. Hacılar getiriyor, arkadaşlar, duymuşsunuzdur siz de.

Hani ünlü bir hadisinde ne diyor?

Kıyametin yarın olacağını bilseniz eğer elinizde bir fidan varsa onu dikiniz, bilseniz bile onu dikiniz. Bilseniz bile onu dikmekten geri durmayın”, diyor.

O denli doğaya, yeşile önem veren bir lider, bir devrimci önder. İslamiyet bizim için Tarihsel bir devrim, arkadaşlar. Ama bunlar işte katliamcı. Başka bir şey yok bunlarda…

Yukarıda demiştik ki bu isyana yol açan sebepleri iki başlık altında inceleyebiliriz. Birincisi, yukarıda değindiğimiz gibi, Ortaçağcı gidişe başkaldırıydı.

Şimdi ikincisine geldik. Bu da Türkiye’nin Yeni Sevr’e götürülüşüne başkaldırıdır.

“İmralı çözüm süreci” denilen Kürt Sorununun Amerikancı çözümüne karşı başta halkımızın duyduğu bir tepkidir.

Çünkü bizim de dediğimiz gibi, halk sağduyusuyla bu sürecin, BOP sürecinin bir parçası olduğunu biliyor. Açıkça BOP amacına yönelik olduğunu ve BOP haritasına doğru Türkiye’nin götürüldüğünü hissediyor ve ona duyduğu bir tepkidir.

Burada Kürt Meselesinin üzerinde biraz daha durursak, bildiğimiz gibi Kürt Meselesinin bir Amerikancı bir de Devrimci çözümü var.

Devrimci çözüm, bildiğimiz gibi bizim 1933’den bu yana savunduğumuz Kürt-Türk Halk Cumhuriyetidir. Edirne’den Çin sınırına kadar Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti, diyoruz biz bu çözüme. Devrimci, Sosyalist bir Cumhuriyet, arkadaşlar bizim savunduğumuz.

Ama şimdiki süreç ne?

Tayyipgillerin, ABD’nin, AB’nin, TÜSİAD’ın ve Ortaçağcıların el birliğiyle yürüttükleri süreç ve BOP sürecinin bir parçası olan, Amerikancı çözümü amaçlayan süreçtir. Ve bu süreç, halklara düşmanlıktan başka hiçbir şey getirmez yani mutluluk da getirmez, özgürlük de getirmez, barış da getirmez. Ve bu süreç, yeni bir İsrail yaratma sürecidir. O bakımdan Kürt Sorununun Devrimci çözümüyle Amerikancı çözümü yer ile gök kadar birbirinden farklıdır, birbirinin zıttıdır.

Devrimci çözüm, AB ve ABD Emperyalistlerine karşı bölgemizde sağlam, yenilmez, aşılmaz, sarsılmaz bir kale oluşturmayı amaçlayan, devrimci bir kale oluşturmayı amaçlayan çözümdür. Ve tüm Ortadoğu Halklarına, Asya Halklarına destek, moral ve güç vermeyi amaçlayan bir çözümdür. Ve emperyalistleri ülkemizden, Ortadoğudan ve tüm Asyadan atmayı amaçlayan bir çözümdür. Yani sosyalist bir Ortadoğu ve Asya kurmayı amaçlayan bir çözümdür devrimci çözüm.

Ama şu anki süreç; ABD’nin, AB’nin, Tayyipgillerin ve PKK’nin, BDP’nin, Soros’un, TÜSİAD’ın ve her türden gericinin birlikte yürüttüğü bir süreçtir. Tamamiyle Ortadoğuda AB-D’nin yeni bir petrol bekçisini yani bir ileri karakolunu oluşturmayı amaçlayan bir süreçtir. Yani bu denli Devrimci Çözümün karşıtı, zıttı olan bir süreçtir bu. İşte halkımız, bu Amerikancı çözüme karşı bir tepki ortaya koymuştur burada dikkat edersek.

Demek ki bu şekilde sıralayabiliriz bu isyanı, bu başkaldırıyı yaratan nedenleri, bu şekilde maddelendirebiliriz.

Şimdi eylemin kendisine gelirsek Eylemin çapı çok büyük. Işte İstanbul’da, Taksim’de dün yapılan eyleme bakarsak; 1 milyon insanın alana gelip gittiğini ortaya koyabilir, söyleyebiliriz açıkça. Böylesine büyük bir eylem, böylesine güçlü bir eylem

Ve bu eylemin bir diğer özelliği de Türk Halkının isyancılarından oluşan bir eylem bu. Ezici çoğunluğuyla tamamen Türk isyancıların oluşturduğu bir eylem. Ne yazık ki 1990’dan bu yana Amerikan çizgisine girmiş olan PKK ve BDP, bu eyleme ilgi göstermedi. O nedenle de Kürt Halkından insanlarımız bu eyleme katılmadı. Alanda da gördük bu gerçeği.

En son dün, BDP göstermelik olarak kaç kişiyle geldi bayraklarıyla akşama doğru yani zafer kazanıldıktan sonra?

2030 kişi aşağı yukarı. Geldiler ve bir süre kalıp görünmez oldular. Kaldı ki zaferin kazanılmasında hiçbir payları olmadı, katılmadılar çünkü. Ve dün Diyarbakır’da bin kişi destek yürüyüşü yapıyor. Sadece bin kişi… Diyarbakır gibi büyük bir merkezde... O da 3 saat kadar sürüyor, polisin artık eylemini yaptınız, gösterinizi yaptınız, tepkinizi ortaya koydunuz, hiçbir olaya yer vermediniz şu ana kadar, bundan sonra da dağılın, uyarısına uyarak sessizce dağılıyor. Yani bir mücadele yok, bir çatışma yok, arkadaşlar.

Şimdi tabiî eylemin bu niteliğini, bu çapını PKK, BDP, Amerika da biliyor aslında. Onlar Tayyipgillerin böyle bir hezimete uğramasını istemiyorlar. Çünkü Tayyipgiller şu andaki en büyük müttefikleri. Kendilerine en yakın olan parti Tayyipgiller’in partisi ve ortaklar artık şu anda. Zaten Tayyipin bu süreç açıkça ilan edildikten sonra giderek pervasızlaşması, azgınlaşması da bu güvenden kaynaklanıyor. Nasıl olsa BDP’nin muhalefetini de ortadan kaldırdım, onunla da ittifak kurdum; artık daha güçlü hale geldim, her istediğimi gönlümce yapabilirim, uygulayabilirim, Türkiye de benim artık çiftliğim gözüyle bakmaya başladı. Bu anlayışına vardı.

İşte tüm bunları bildiği için BDP ve PKK, Tayyipgillerin bu hezimetinden rahatsız. Ortaklarının zayıf düşmesi, güç kaybetmesi onların işine gelmiyor. Ortakları güçlü olsun ki, onunla her anlaşmayı yapabilsinler ve o da hayata geçirilsin. Şimdi bu bir de şunu gösteriyor, arkadaşlar; BDP’nin de PKK’nin de eyleminin, ideolojisinin muhtevasına baktığımız zaman, demokrasinin bulunmadığını, demokratlığın bulunmadığını görüyoruz. Bu eylem halkın bir başkaldırısı, isyanı. İnsan nasıl tepkisiz kalabilir buna ama o duyarlılık olmadığı için istemiyor BDP bu isyanın başarısını.

Şimdi bu bir de şunu ortaya koyuyor; PKK, Türk Solunu hep aşağılardı dikkat edersek: Bunlar bir şey yapamaz, bir etkileri yok, bir güçleri yok, bir eylem, güçlü bir eylem, koyamazlar, diye.

Bir de onu ortadan kaldırdı, onu yıktı bu eylem, bu isyan. Demek ki Türk Halkı milyonları ortaya koyarak en Amerikancı, en hain iktidarı dize getirerebiliyor. Ve kendiliğinden bir eylemiyle...

Şimdi orada şu aklımıza geliyor; Türk Halkını aşağılayan bazı yazarçizerler de vardı, biliyorsunuz. Bir kısmı rahmetli oldu, bir kısmı hâlâ onun sözlerini yazıyorlar, televizyon ekranlarından tekrarlayıp duruyorlar. İşte en azı yüzde 60’ımız gerizekalıymış hatta daha fazlasını biçti adam; asgarisi yüzde 60’mış hatta aslına bakılırsa yüzde 90’a kadar çıkarmış bu oran da. Türk Halkı korkaktır(!..) Böylesine kendini ilerici, demokrat sanan korkakların da karaçalmaları var, bir anlamda namussuzlukları vardı. Halkımızı aşağılamaları vardı. Şimdi bunun da nasıl bir düzenbazlık olduğu, gerçeklikle uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı bir anda ortaya çıkıverdi. Eylemlerde hepimiz yaşadık, gördük, bütün o zulme karşı insanların yüzlerinde hiçbir korku hissetmedik.

Var mı insanların yüzlerinde korkuya tanık olduğunuz bir an?

Hayır. Gaz bombaları, plastik mermiler kafalarında, yüzlerinde, bedenlerinde patlıyor, bacaklarında ayaklarında patlıyor ama hiçkimse korku duymuyor; korkunun zerresi yok. Herkes bir coşku içerisinde, bir mutluluk içerisinde. O mücadelenin, o gücün verdiği bir heyecan içinde. Bir şevk içinde insanlar eylemlerini sürdürdüler. Ve çok güzel bir dayanışma içinde eylemlerini ortaya koydular. Neredeyse Komün günlerini yaşadık, değil mi arkadaşlar? Herkes her şeyini ortaya koydu. Ağır gaz yiyen insanlara hemen herkes elinden gelen yardımı sundu. Ve namuslu ilerici, devrimci doktorlarımız gönüllü olarak gelip belirli kuruluşları klinik haline getirdiler ve yaralılarımıza orada tıbbî hizmet verdiler. Hatta Cuma gecesi 02’ye doğru beni bir doktor, genç bir doktor zorla TMMOB’a götürdü. Ben reddettim yani gözlerimden yaş akıyor, nefes almakta zorlanıyorum, alerjen bir bünyeye sahip olduğum için gaz çok kötü etkiliyor, nefes borumu bayağı bir kilitliyor. İşaretimle ve ağzımdan çıkan sözlerle, az da olsa çıkan sözlerle, reddettim defalarca. Olmaz Hoca, dedi, ben doktorum ve senin daha fazla gaz yememen gerekiyor; şu anda seni buraya sokacağız, dedi. Onun üzerine girdim. Ali Başkan da geldi. Yani böylesine sevgiyle yaklaştı bana. Her arkadaşa, katılımcıya aynı sevgiyle yaklaşıldı. Demek ki burada örnek bir dayanışma, kardeşlik, yoldaşlık ortaya kondu. Eylemin bu yönü de çok önemli bizim için.

Şimdi olayın bir başka noktasına gelirsek; katılımcıların sosyal durumlarına, konumlarına, sınıfsal konumlarına, durumlarına bakarsak şunu görürüz: Ne yazık ki Işçi Sınıfımız bu eylemde çok az yer aldı, değil mi arkadaşlar? Ortak gözlemimiz bu

Zaten İşçi Sınıfımız yer alsaydı, Tayyipgillerin uyguladığı ekonomik soygun ve zulüm, işsizleştirme de buna dahil, pahalılılık da buna dahil ortaya konurdu. Ama o sloganlar az atıldı dikkat edersek. Yani ekonomik içerikli sloganlar az atıldı. Ekonomik zulümden en çok etkilenen İşçi Sınıfımız, yoksul köylülüğümüzdür. Onlar eylemde bulunmadıkları için ekonomik talepler öncelikli değildi. Öncelikli olan hep siyasi taleplerdi bu eylemde.

Bu şunu gösteriyor, ne yazık ki İşçi Sınıfımız, 1950’den bu yana ABD’nin projelendirdiği ve uygulamaya koyduğu Yeşil Kuşak Projesi çerçevesinde, toplumun en az eğitimli bölümünü oluşturan İşçi Sınıfımız, Ortaçağcı ideolojinin karanlığından en çok etkilendi, arkadaşlar. İşte bu yüzden Tayyipgillere en çok oy veren sosyal kesimi oluşturdu, yoksul köylülüğümüzle birlikte.

İşte geçen yıllarda, Ankara Tekel Direnişinde de böyle oldu değil mi? Hepsi ne diyordu?

Elim kırılsaydı da Tayyip’e oy vermeseydim, diyordu değil mi?

Biri ne diyor?

Oğlumun adını Tayyip Erdoğan koymuştum, diyor. Zaten yapılan istatistikî araştırmalarda da halkın eğitim düzeyi azaldıkça, düştükçe o kesimden Tayyipgillerin aldığı oy oranı aynı oranda artıyor. Kadınlarımızın eğitimsizlik oranı erkeklere göre daha düşük, değil mi arkadaşlar, kadının ikinci sınıf kategori sayılmasından dolayı. O bakımdan Tayyipgillerin kadınlardan aldığı oy oranı, erkeklere göre 6 puan daha yüksek. İşte aynı anlayış çerçevesinde İşçi Sınıfımız da Tayyipgillerin bu zulmüne karşı daha az duyarlı, daha az etkili eyleme katılan diğer sınıf ve tabakalara oranla.

Eylemin bir diğer yönü de, bu tabiî bir de şunu gösterir; biz devrimcilerin İşçi Sınıfıyla bağlarının olmadığını. Bizim bağlar kurmamız gerekirken tersine bizim dağınıksızlığımızdan, örgütsüzlüğümüzden dolayı Tayyipgillerin İşçi Sınıfını, köylülüğümüzü avladıklarını, kandırdıklarını ve Ortaçağın karanlık ideolojisiyle doktrine ettiklerini gösterir. Dediğim gibi bir diğer sosyal gerçekliğimiz de bu, arkadaşlar.

Zaten biz de bunu daha önce tespit ettiğimiz için hedef kitlemiz olarak, 2’nci Kongre konuşmamızda da açıkça belirttiğimiz gibi, eylemin bu katılımcılarını işaret etmiştik. Yani şu an bizim ideolojimize en duyarlı olan halk kesimi bunlardır. Onlar üzerinde yoğunluklu olarak çalışmalıyız. Tabiî İşçi Sınıfı çalışması asla ihmal edilmemeli çünkü Devrimin Öz Gücü, her zaman için İşçi Sınıfı olacaktır. Şu anki öncelikli kazanacağımız güç yani daha kolay kazanacağımız güç; eylemin, bu isyanın katılımcıları olarak saydığımız insanlardır, demiştik. Bir de o öngörümüz, o tespitimiz gerçekleşmiş oldu bir anlamda yahut da kanıtlanmış oldu bu eylemle birlikte.

Daha önce de söyledim ama bir kez daha altını çizeyim; bu isyan, Sevrci Solun artık halktan tümüyle koptuğunu gösteriyor, arkadaşlar. Çünkü Sevrci Solun programının hiçbir maddesi halkımızın burada ortaya koyduğu taleplerden oluşmaz.

Halkımız ne diyor?

Tam bağımsızlık, diyor, laiklik diyor, yurtseverlik diyor, Mustafa Kemal, diyor. Ama Sevrciler bunların hepsine düşman. O bakımdan onlar halktan bütünüyle kopmuşlardır. Böyle olunca artık tamamen Amerikanın Project Democracy” çerçevesi içerisine savrulup gitmişlerdir. Savundukları bütün tezler o çerçeve içerisinde; ABD’nin, CIA’nın, Pentagon’un projelendirdiği, maddelendirdiği tezler.

Tabiî bu eylem bir de bizim Sevrci Sol’un, Yeni CIA Solunun Denizlerle, Mahirlerle tümden koptuğunu da bir kez daha ortaya koymuştur.

Hep söylediğimiz gibi Denizler neyi savunuyorlardı?

Laikliği, Mustafa Kemal’i, Ulusal Kurtuluşu, Tam Bağımsızlığı; Soykırım yalanına karşı çıkıyorlardı, Kıbrıs Meselesinde tamamen bizim savunduğumuz tezi savunuyorlardı.

İşte o açıdan da bir kez daha görüldü ki, Sevrciler artık Denizlerin ve Mahirlerin programıyla tümden ilişkilerini kesmişler. Yani Amerikanın “Project Democracy” programıdır onların programı. Böylelikle halkla, ilericilikle devrimcilikle, Denizlerle, Mahirlerle, Mustafa Suphilerle, Onbeşlerle hiçbir alakaları kalmamıştır; hepsine ihanet etmişlerdir.

Gerçek devrimci hareket olarak bir tek biz varız, bir kez daha bu ortaya çıkmıştır. Çünkü bizim taleplerimiz tümüyle halkın bu talepleriyle örtüşmektedir.

Bir tek şu itiraz yapılabilir: Denilebilir ki; halkımız, buraya katılan insanlar, Kürt Sorununun sizin savunduğunuz devrimci çözümünü şu anda benimsemiyorlar.

Evet bu doğru. Benimsemiyorlar ama biz gerçekten güçlendiğimiz, halkla o bağları kurduğumuz anda, Kürt Sorununun Devrimci çözümünü de bu halka çok kolay anlatırız. Hep söylediğimiz gibi, çok kolay anlatırız... Hiç zorlanmayız bu konuda da. Ama şu anda yeterli bağlarımız olmadığı için, zaten eylemin yönlendiricisi yahut başlatıcısı, programlayıcısı, planlayıcısı da biz olmadığımız için halkın durumu, isyancı halkımızın durumu bu. Ama biz yarın güçlendiğimiz, halkla sıkı bağlar kurduğumuz anda, Kürt Sorununun Devrimci çözümünü de kolaylıkla bu halkımıza kabul ettireceğiz, bundan da zerre kuşku duymuyoruz.

Yabancı haber ajanslarında bir değerlendirme vardı bu öğleden sonra. Deniyor ki, halkta AKP iktidarına karşı bir tepki ve öfke var. Ama bunu yönlendirecek bir siyasi parti yok. Yani bizim tespitimizi, Batıdaki objektif, gerçekçi burjuva yazarçizerleri görüyorlar. Türkiye de gerçek bir siyasi parti, örgüt yok, diyorlar.

Biz, ne yazık ki abluka altındayız. Hem Parababalarının hem de Sevrcilerin ablukası altındayız. Biliyorsunuz, Sevrci Soytarı Sahte Sol’un 17 grubu bizimle ilişkilerini askıya aldılar. Sadece teorik olarak onları eleştirdik devrimci bir görevimizi yerine getirdik diye; buna duydukları tepkiden dolayı, düşmanlıktan dolayı bize saldırılarda bulundular, fiili saldırılar da yaptılar defalarca. Ama yine de bu ablukayı yırtıyoruz ve giderek yırtacağız. Halkımızla daha geniş, daha kitlesel bağlar kuracağız, arkadaşlar. Bundan da eminiz.

İşte isyanın en önünde, en ön safta panzerlerin, tomaların, biber gazı bombalarının en yakın oldukları yerlerde bizim arkadaşlarımız ve bizim bayraklarımız vardı, arkadaşlar. Bunu yaşadık ve işte burjuva basında, kıyıda köşede bile olsa, yer almaktayız. O cesarette, o kararlılıkta ve o bilinçteyiz. Giderek o ihanet halkasını çıkarıp atacağız, bu ablukayı yaracağız ve hak ettiğimiz yolu alacağız. Buna da inancımız tam, arkadaşlar.

Dikkat edersek biz on yıllardan bu yana hep eğitimin ve laikliğin ısrarla üzerinde duruyoruz. Demokratik ve Laik Eğitim, diyoruz değil mi arkadaşlar?

Yani eğitimin de iki ayağı vardır; Demokratik ve Laik olacak. Bu iki ayak birbirinden kopmaz. Bir üçüncü ayak da Anadilin özgürlüğüdür, arkadaşlar. Şimdi laiklik olmadan demokrasi olmaz, demokratiklik olmaz. Laik olmayan bir eğitim asla demokratik olamaz. Çünkü din dogmalarına dayanan, doğayı ve toplumu din dogmalarıyla açıklayan bir eğitimin, bilimsel olmasına, demokratik olmasına imkan var mı arkadaşlar?

İmkân yok. Demek ki, demokratikliğin olmazsa olmazı laikliktir. Ama bunu bizim dışımızda (gerçek devrimci olmadıkları için) devrimciler kavramadı. Laiklikten bize ne? O Kemalistlerin işi, dediler. Ortaçağcılarla beraber on yıllarca omuz omuza eylemler yaptılar. Ama bu isyancı insanlarımız laikliği savunuyorlar, Ortaçağcı gidişe dur, diyorlar.

Geçen CHP’lilerin İskele meydanlarında dağıttığı mitinge davet, ne diyelim, bildirileri vardı. Günlerdir dağıtıyorlar Kadıköy’de yapmayı düşündükleri mitinge davet için.

Nitekim o mitingi iptal ederek ne yaptılar dün? O mitingi ne yaptılar dün?

Beşiktaş’a yönlendiler, ki bence akıllı bir davranıştı, bunu görebildiler, en son gün de olsa bunu görebildiler.

Burada taleplerini maddelendiriyor, Laiklik yok. 19 madde sıralamış, laiklik diye bir madde yok. Çünkü laiklik derdi değil.

Kılıçdaroğlu ne dedi?

Laiklik tehlikede değil, dedi değil mi?

Cemaatler faydalı, dedi. Tarikatlar faydalı, dedi.

Fethullahla görüşme yapmak için ekipler gönderiyor değil mi?

Çarşaf açılımları yapıyorlar. O da bir Amerikan projesi; şu anki CHP yönetimi. Onu da, o yönetimi de iktidara getiren Amerika. O yüzden Ortaçağa karşı bir tepkisinin olmaması, laiklik diye bir derdinin olmaması gayet doğal, arkadaşlar.

Bu eylem, bizim on yıllardır savunduğumuz tezlerin ne kadar doğru, haklı ve meşru olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Eylemin sebepleri, niteliği ve sonuçları itibari ile aşağı yukarı söyleyeceklerimiz bunlardır. O zaman bundan sonra yapmamız gereken, bu dersler ışığında mücadelemize bütün gücümüzle sarılmak, devam etmektir, arkadaşlar.

Eninde sonunda zafer bizim ve yoldaşlarımızın olacak! Bundan en ufak şüphemiz yok.

Hep söylediğimiz sözlerle bitirelim, arkadaşlar:

Halkız, Haklıyız Kazanacağız. Yeneceğiz….

 


 

Print Friendly, PDF & Email