Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (22)

HKP_Doğu perinçek_bin kalıplıBin Kalıplı Pervane’nin, Kıvılcımlı Usta’ya iblisçe saldırısı

Bir kez daha soruyoruz: Söyle bakalım Bin Kalıplılar Tekkesi’nin madrabaz, düzenbaz, hilebaz şeyhi; Türk Ordusu “hakim sınıfların vurucu gücü” mü, yoksa “Türkiye’nin milli ordusu” mu? “Bölgede de bir tek güvenebileceğimiz silahlı güç” mü?

27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği sınırlı özgürlük ortamı, Türkiye’deki sosyalizmin önüne çekilen duvarı yıktı. Sosyalizmi özgür bıraktı. O yıllarda dünyadaki devrimci yükselişin de getirdiği olumlu etki nedeniyle Türkiye’de sosyalist hareket ve sosyalist kültür hızla gelişmeye, yayılmaya başladı. Marksizmin klasikleri birbiri ardına yayımlandı ve peynir ekmek gibi alınıp okunmaya, tüketilmeye başlandı. İnsanlarımız, özellikle de aydınlarımız ve yine özellikle de sivil-asker aydın gençliğimiz bu gelişmede en ön safta yer aldı.

Eğer bu devrimci yükseliş gerçek anlamda Marksist-Leninist bir ideolojinin rehberliğinde yönlendirilebilseydi, Türkiye’de devrimin olması bile mümkün olabilirdi. Böylesine olumlu bir durum vardı o yıllarda.

Kıvılcımlı Usta da bu süreçte etkin olmak, belirleyici olmak, sürece gerçek devrimci ideolojinin yol göstericiliğini katmak için ilerlemiş yaşına ve ölümcül prostat kanserine rağmen çok aktif bir çabanın içerisine girmişti. Her biri Türkiye Devrimci Hareketinin temel taşı sayılabilecek Türkiye’nin orijinal devrim öğretisini oluşturan kitaplar kaleme almaya ve yayımlamaya başlamıştı. Buna ek olarak, büyük şehirlerimizde konferanslar veriyor, kendini sol olarak adlandıran yayın organlarına makaleler gönderiyordu. Önderimizin bu emekleri, meyvelerini veriyordu. Jöntürk gelenekli Üniversite Gençliğimiz, Ordu Gençliğimiz ve Aydın Bilim İnsanlarımız, bu kitapları, makaleleri okuyor, benimsiyordu.

İşte bu olumlu gidiş, ABD Emperyalistlerini, onların CIA’sını, Gladyo’sunu-Kontrgerilla’sını ve Türkiye Parababalarının MİT’ini, siyasilerini olağanüstü rahatsız etmişti. ABD, hemen meseleyi tartışmış, değerlendirmiş ve kararını vermişti: Bu süreci tersine çevirmek ve Karşıdevrimi Türkiye’de hâkim kılmak için acele, daha önce İran’da, Latin Amerika’da, Yunanistan’da olduğu gibi, Orduya bir faşist darbe yaptırmak şarttı, onlara göre. Hemen bunun hazırlıklarına geçtiler.

Onlara göre bu işin ilk adımı Kıvılcımlı’nın etkisini sıfırlamak olmalıydı. Böylece de devrimci hareket gerçek bir devrimci önderden mahrum bırakılmış olurdu. O zaman bu hareketi kolayca, istedikleri gibi yolundan, rayından, rotasından çıkarabilirler; sonu hüsran olacak çıkmaz yollara yönlendirebilirlerdi.

İşte bu baptan Kıvılcımlı’ya karşı korkunç, aşağılık, hayâsızca bir saldırı kampanyası başlatıldı:

Güya Kıvılcımlı 1930’larda Partiden (TKP’den) atılmıştı. Kıvılcımlı, bir kadın aracılığıyla MAH (MİT’in eski adı) tarafından avlanmıştı. Bu iki iblisçe, namussuzca yalanı, Birinci Sahte TKP’nin Doğu Berlin’deki yüreksiz, namussuz şefi İsmail Bilen söylüyordu.

Ayrıca tüm küçükburjuva oportünist gruplar tarafından Gençlik içinde tekrarlanan bir başka yalan ise şuydu:

Güya Kıvılcımlı uzun hapislik yıllarında içeride kafayı üşütmüştü. Dengesini kaybetmişti. Evinin bahçesine heykelini dikmişti, her sabah da kalkıp heykeline selam veriyordu. Böyle bir adam geçmişte çok iyi bir komünist de olsa artık ciddiye alınamazdı. Dolayısıyla da devrimci hareketin böyle eski bunaklardan temizlenmesi gerekmekteydi.

Bu ikinci yalana genç bir üniversite öğrencisi olarak biz de kanmıştık, çocuk saflığımız, masumiyetimizle. Ayrıca da bizim her söylenene inanmak gibi, bir zaaf mı diyelim, bir özelliğimiz var. Gençlik içinde bu yalan hızla yayılmaktaydı. Tabiî önderimize karşı güvenilirliği de önemli oranda sarsmaktaydı.

Bugün gibi hatırlarım; Beyazıt’ta Fen-Edebiyat Fakültesinin Su Ürünleri Fakültesinin (o zaman Kimya Fakültesiydi aynı yer) aşağı tarafındaki yani Vezneciler Caddesi’nin girişinin sol köşesindeki birkaç pay-basamak merdivenle çıkılan kahveye oturmuş çay içip sohbet ediyorduk arkadaşlarla. Bunlardan Bulancaklı Hidayet Kaya adlı arkadaş da aynı yalana inanmış olmalı ki onu içtenlikle tekrarladı, savundu. Biz de bilmediğimizden onayladık bu arkadaşı.

İşte o günlerden bir iki ay sonra Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden sınıf arkadaşımız Sefer Güvenç’in (Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri’dir şimdi) elinde Kıvılcımlı’nın temel eseri olan “Tarih Devrim Sosyalizm”i gördüm. İçimden “yahu bu bunak adam kitap da yazmış”, diye geçirdim gülümseyerek. Okumaya meraklıyız ya kitabı alıp bir göz atayım istedim. Bir de ne göreyim? Daha ilk satırından itibaren sıkı bir mantık ağıyla örülmüş derin bir araştırmanın, gözlemin dahice değerlendirilip ortaya konulduğu bilgi yüklü metinlerle karşılaştım. Şaşırdım. Bunu yazan bunak olamaz, sıradan biri de olamaz. Bu en azından büyük bir zekânın, çabanın ürünü, olağanüstü doğrularla dolu, okunması benim için mecburi bir eserdir, dedim. Ve işin aslını bütünüyle öğrenip kavramak için kitabı edinip okumayı o kısa birkaç dakikalık zaman süreci içinde kafama koydum. Hemen ertesi gün, Babıâli Caddesi’nin girişinde, Çatalçeşme Sokak’a dönmeden hemen öncesindeki Öncü Kitabevi’nden “Tarih Devrim Sosyalizm”i aldım, doğruca Beyazıt Merkez Kampusu’nun kitaplığına girerek okumaya başladım. Tahminen 10-15 gün içinde de okuyup bitirdim. Çok etkilendiğim bazı bölümleri tekrar tekrar okudum.

İnsanlığın başından geçenlerin gerçekte ne iseler öylece sebep-sonuç ilişkileri içinde birbirinden çıkagelerek canlı bir bütünlük oluşturacak biçimde, usta işi bir sinema filmi gibi ya da belgesel film gibi gözümün önüne serildiğini, belleğime yerleştiğini gördüm. O güne dek çok meraklı olduğum Tarihin bize anlatılan şeklinin tamamıyla yakıştırma sebeplerden, sebep-sonuç ilişkilerinden kopuk, nerdeyse akıl dışı, cansız, kuru, hiçbir bütünlük oluşturmayan ipe sapa gelmez sözde bilgi yığınlarından ibaret kaldığını hayretle gördüm, anladım. Demek ki okullarda anlatılanlar, ders kitaplarında önümüze konanlar burjuva metafizik mantığın derme çatma bilgileriymiş ve gerçek Tarihle bir ilgileri yokmuş.

Dünyam aydınlanmıştı. Bambaşka bir dünyanın insanıydım artık. Ve gerçek Tarihi yani insanlığın başından geçenleri Tarihöncesini de kapsamak üzere görmüş, öğrenmiş, kavramıştım. İşte bu kitap Tarihin materyalist açıdan değerlendirilmesinin anıt bir eseriydi, bir şaheseriydi ve doruğuydu. Tarihi Materyalizmin yani Tarihin, her türlü doğaüstü müdahaleden arındırılarak, kendi özgün seyri içinde araştırılıp, incelenip, değerlendirilip ortaya konuşunun son sözüydü. Kıvılcımlı Usta, Marks’ın vasiyetini yerine getirmişti. Zaman ve veri yetersizliğinden dolayı kendisinin inceleyemediği ama incelenmesini önemle önerdiği, vasiyet ettiği bir konunun işlenip ortaya konmasıydı. Engels de Marks’ın vasiyetini ele almış, o alanda çok önemli gelişmeler sağlamış ve bunu “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı anıt eserinde ortaya koymuştu. Fakat Engels, yine veri yetersizliğinden dolayı, Batı toplumlarının gelişim süreci üzerinde derinleşmiş, Doğu toplumlarının gelişim sürecini ise ele alamamıştı. Bu sebeple de Tarihin bir bütün olarak baştan sona, materyalistçe ele alınıp etüt edilmesi görevi tamamlanamamıştı. Dolayısıyla da Tarihsel Devrim Kanunları, ki doğa kanunları kadar kesinlik taşımaktadır, ortaya konamamıştı. Ya da keşfedilememişti.

İşte Kıvılcımlı Usta, işin bu eksik kalan tarafını da ele aldı. Doğu toplumlarının Tarihöncesinden başlayarak bugüne dek izlediği gelişim sürecini, gidiş sürecini izledi, değerlendirdi ve Tarihsel Devrim Kanununu ortaya koydu.

Tarihin bir kör dövüşü olmadığını, ölü olaylar, bilgiler yığınından ibaret olmadığını, onun da her canlı organizma gibi başından sonuna canlı bir bütünlük taşıdığını ortaya koydu, gösterdi kesin kanıtlarıyla. Tarih artık bir cansız veriler yığını değil, bir tasnif (sınıflama) bilimiydi, bir sistem bilimiydi. Kıvılcımlı, söz konusu anıt eserinde bunu göstermiş oldu, aynı zamanda da büyük devrim ustası Marks’ın, Engels’in vasiyetini yerine getirmiş oldu. Bu Marksizm-Leninizmin teorik hazinesine Lenin sonrası yapılan en büyük katkıydı. Bu da göstermekteydi ki Kıvılcımlı da tıpkı Marks, Engels, Lenin Ustalar gibi onların gerçek mirasçısı ve devamcısı olan bir devrim ustasıydı.

Kıvılcımlı, sadece teorik çalışmayla yetinmedi. Pratikte de gözünü budaktan sakınmaz yiğit, kararlı, fedakâr bir savaşçıydı. Yalan, hile, dolap nedir bilmez bir ahlâk anıtıydı. Düşmana karşı her zaman bilenmiş bıçak gibi parlayan bir devrimci öfkesi ve kini vardı. Yoldaşlarına karşıysa çok hoşgörülü, yüreği sevgi dolu bir yoldaştı, bir önderdi. Her an, her zaman kelle koltukta savaşmıştı. Canını hiç kimseninkinden tatlı görmemişti. “Bu kavgada vurmak da var, vurulmak da. Hepsi de vız geldi ve gelmelidir” şiarı ile yaşamıştı hayatı boyunca.

Önemli özdeyişlerinden biri şudur: “Hayatım boyunca işkencede direnmeyi en büyük devrimci erdem saydım”.

Evet, girdiği işkencehanelerden hep başı dik çıkmıştır. İşkencecilerini çaresiz bırakarak bir anlamda perişan ederek çıkmıştır. Çünkü Kıvılcımlı’nın ağzından hiçbiri tek kelime alamamıştır, örgütü ve şahsi devrimci faaliyetleri hakkında.

Aynı zamanda da devrimci onuru hep en yükseklerde tutmuştur. İnanç ve kanaatlerini gizlemeye asla tenezzül etmemiştir, Marks-Engels’in dedikleri gibi.

İşkencecilerine ve mahkemelerdeki Parababaları savcılarına, hâkimlerine sadece şunu demiştir: “Düşünce nokta-i nazarından komünistim. Fakat herhangi bir komünist örgüt tanımam, bilmem. Ne bir komünist örgütle, ne de bir komünist kişiyle tanışıklığım, ilişkim yoktur. Dolayısıyla da sizin isnat ettiğiniz hususlarda hiçbir bilgim ve görgüm yoktur.”

Acıdır, işkencehanelerde de mahkemelerde de tek başına kalmıştır. Onun dışında hiçbir yoldaşı onun gibi olamamıştır. Başı dik çıkamamıştır işkence odalarından. İşin en acıklı olanıysa, küçükburjuva aydınlar ortamında onun bu direnişi yoldaşlarının büyük bir alınganlığa girmesine ve kendisine düşman kesilmesine yol açmıştır. Neyse, bu yönü geçelim…

Kıvılcımlı, ömrü boyunca tuttuğu savaş cephesini asla terk etmemiştir. Onun bu davranışını örnek alan biz devamcıları da 12 Mart-12 Eylül Faşist diktatörlükleri sürecinde asla yurtdışına çıkmadık. Savaş mevzilerimizi terk etmedik. Örgütlülüğümüzü ve mücadelemizi bu ağır koşullara uydurarak koruduk ve sürdürdük, hiç kesintiye uğratmadık. İşkence odaları da, 146. maddeden idamla yargılanmalarımız da hiç umurumuzda olmadı ve örgütlülüğümüzü dağıtamadı. Mücadelemizi kesintiye uğratamadı. Çünkü biz, işkencecilerin de direnişimiz karşısında yenilgilerini kabul edip itirafta bulundukları gibi Kıvılcımlı’nın öğrencileriydik. Ve elbette onun gibi davranacaktık.

ABD Emperyalistleri ve onun ajan örgütleri kendi aşağılık çıkarları açısından elbette ki Kıvılcımlı gibi bir büyük önderi, bir devrim ustasını saf dışı etmek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardı. Öyle de yaptılar.

Kıvılcımlı, ABD’nin ve CIA’sının kendisine yaptığı bu şerefsizce oyunu Türkiye Devrimci Hareketine karşı giriştiği imha harekâtını şöyle anlatır “Yol Anıları”nda. “Yol Anıları”, bilindiği gibi Usta’nın ölüme giderken içinden geçtiği son birkaç ayın hikâyesini nakleder:

“CIA’nın milyarları bizden daha baskın çıktı. Kendi planlarına en uygun gelen Gerillacılığı, tedhişçiliği sosyalizm imişçe inanç prensibi yapmış üç-beş genci Latin Amerika taklitçiliğinde sonuna dek kışkırtmayı becerdi. Maksat, sosyalizmi kökünden kazımak için, küçükburjuva yırtınmalarını terörizmle karıştırmaktı. Karıştırıldı: Ve bugünkü ortam fazlasıyla kotarıldı. Çünkü bizim bütün gücümüz, göğsümüzdeki temiz inancımızdı. CIA ve ajanlarının milyarları, on binlerce ajanları, füzeli ve ABC öldürücü silahlı üsleri Türkiye’yi ve Devlet’in subaşlarını ustalıkla kesmiş, bütün yerli gizli ajan örgütlerini yedeğine almıştı. Eşit kurallar, şartlar ve olanaklar içinde, eşit fırsatlarla çalışamıyorduk. Basını ile Siyasi Partileri ile gizli açık tarikatları ile, Kur’an Kursları, İmam-Hatip Okulları, din dersleri, “Ergenekon Aslanları”, Kafkas gömlekli ve maaşlı komandoları, profesör provokatörleri, tiryakileşmiş ajan Başbuğları ile, sivil asker her işte parmağı olan yabancı uzmanları ile Uluslararası yüzlerce sınanmış, başarılı CIA ve Parababalığı Örgütleri, deniz, hava filoları ile… Sosyalizm düşmanlığı en ustaca ve en sinsice yollardan, bıkmaksızın, usanmaksızın monte ediliyordu.” (Yol Anıları, s. 98, 21.05.1971, Öğle Sonu, Derleniş Yayınları, İstanbul, Ekim 1998)

Evet yoldaşlar, CIA, Devrimci Gençliğe habire Latin Amerika tipi gerillacılığı öneriyordu, sureti haktan görünerek. CIA’nın yerli ajanları Mahir Kaynak’lar ve benzerleri durup dinlenmeden gençleri gerillacılığa özendiriyordu. Kıvılcımlı Usta’nın savunduğu devrim anlayışıysa Leninist Devrim anlayışının Türkiye şartlarına uyarlanmış, orijinal yerli devrim öğretisiydi. Bunu kötülüyordu CIA. Bunun modasının geçtiğini söylüyordu. Devrimin gerillacılıkla, kırlardan şehirlerin kuşatılması sonucu zafer kazanacağı iddiasını benimsetmeye çalışıyordu gençlere. Ne yazık ki gençlik de bu sahte çağrıya, bu hainane çağrıya kandı.

Bu namussuzca düzenbazlığı, yaşayıp tanığı olmuş namuslu yurtsever aydın, hukukçu Turgut Kazan da katıldığı bir televizyon programında şöyle dile getirir. Bu konuya ilişkin Odatv’de çıkan haberi nakledelim:

“TVNET ekranlarında 12 Mart sebebiyle yapılan Gündem Özel programının konuğu Hukukçu Turgut Kazan, Mahir Kaynak’ın ajan provokatör olduğunu söyledi.

“Veyis Ateş’in sunduğu programda 12 Mart döneminde İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğunu ve Mahir Kaynak’ı üniversitede dinlediğini belirten Kazan, “Devrim namlunun ucundadır. Sandığa sizi inandırmak isteyenlere inanmayın.” şeklinde sözlerine ne diyeceksiniz?” dedi.

“Kazan sözlerine şöyle devam etti:

“Elbette ben o konuşmaları dinlemiş bir insanım. Gençleri Filistin’de eğitime götürmek üzere kaydeden, açıkça deftere yazan ve götürenler kimlerdi? Derin Devlet, ABD, Türkiye’de demokrasiyi boğmak isteyenler. Ki biz 9 Mart’ın tarihini bilmiyoruz onu sonradan öğreniyoruz. Demek ki 9 Martçılar kendileri Baasçı bir rejimmiş gibi iktidara gelip Türkiye’yi sosyalist yapacaklarına inanmış olabilirler. Ben Güneydeki bütün illere giderek sakın ola Filistin’e gitmeyin demiştim. Bunun başrolünü oynayan da Mahir Kaynak idi. Bu gerçekleri görelim.” (http://www.odatv.com/n.php?n=mahir-kaynak-ajan-provokatordur-1403131200)

Burada çağrışım oldu: Bu aşağılık ajan bilindiği gibi birkaç ay önce öldü. Bir devlet töreni yapıldı. O törene MİT Müsteşarıyla birlikte ve diğer bir yığın satılmışla birlikte, Bin Kalıplılar’ın bugünkü Milli Merkezci dostlarından Süleyman Demirel de çelenk gönderdi. Yani yakını sayar Mahir Kaynak’ı. Bu da Bin Kalıplılar’ın haysiyetsizliğine, namussuzluğuna bir örnek daha oluşturur. Bin Kalıplılar, alayı böyle Amerikancı halk düşmanlarından oluşan satılmışlarla, devrimci kanı içmişlerle sarmaş dolaştır şimdi.

Denizler’in ve Mahirler’in önderlik ettiği devrimci gençleri CIA, bu anti-Leninist sözde devrim anlayışıyla çıkmaz yollara iter. Sürek avlarına alır. Ve sonunda bildiğimiz acı sona sürükler. Sayısız devrimci kanı içer ABD Emperyalistleri ve yerli Parababaları ve onların her türden hizmetkârları.

Mesela yine bir çağrışım daha oldu:

Mahirler, Cihanlar Kartal Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçacaklarında onların tünel kazdığını cezaevi idaresi ve Tümen Komutanı fark ediyor. Ve olayı CIA’ya aktararak ondan görüş istiyor. CIA’nın direktifi aynen şudur: “Bırakın kaçsınlar. Dışarıda onları takibe alın, hepsi bir yerde toplandığında topluca infaz edin.” Yerli Parababaları, onların siyasileri, MİT’i, polisi, Kontrgerilla’sı aynen de öyle yapıyor.

Denizler’i de Demirel’lerin, Baki Tuğ’lar’ın, Ali Elverdi’ler’in ve bilumum ABD Emperyalizmi ve faşizm yardakçılarının uşaklarının aracılığıyla 6 Mayıs 1972’de astırıyor, bildiğimiz gibi ABD ve onun CIA’sı.

Mahirler’in, Cihanlar’ın Maltepe Askeri Cezaevinden kaçışlarıyla ilgili CIA direktifini Erol Mütercimler nakleder, “Büyük Kumpas Ergenekon” adlı kitabında. Tümgeneral Memduh Ünlütürk, 12 Mart Faşist Diktatörlüğü döneminin 1. Ordu İstihbarat Daire Başkanıdır. Ünlü Ziverbey Köşkü işkencehanesinin de kurucusudur aynı zamanda, görevi gereği. Erol Mütercimler’e verdiği röportajda bu konuya ilişkin aynen şunları söyler:

“Benim için bu konuşmada en önemli şunları anlattı: “Biz Mahir Çayan’ların hapishaneden kaçacağının enformasyonunu aldıktan sonra Faik Türün, ben, sonra Turgut Sunalp geldi, bir durum değerlendirmesi yaptık. Sonra Faik Türün Ankara’yla konuştu. Bir gün sonra dört Amerikalı subay geldi. Bu toplantıda ben de vardım, Amerikalı subaylar vardı, durum değerlendirmesi yapıldı. Hapishaneden kaçma hazırlığı yapıldığı istihbaratı kendilerine      aktarıldı. Onlar şunu söylediler: Bırakın kaçsınlar. Ve bunların hapishaneden kaçabilmeleri için de ne gerekirse yapın. Örneğin hiç arama yaptırmayın. Kazılan toprakların saklanmasına göz yumun gibi 26 maddelik bir öneri dizisi verdiler. Ondan sonraki süreçte şu planlandı: Bunlar hapishaneden kaçacak. Kaçışları dakika dakika izlenecek. Ondan sonra hiçbirisi hayatta bırakılmayacak.

“General Ünlütürk şöyle devam etti: “Ben Amerikalı subaylarla iki toplantıya katıldım. Üçüncü toplantı yapıldığında beni odaya almadılar ve bundan sonra benim bu grupla herhangi bir ilişkim olmadı. Arada ne oldu bilmiyorum. Faik Türün’le de ilişkim koptu.”

“Bu ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilmiyorum. Ben burada Ünlütürk’ün konuşmasını sadece aktarmakla yetiniyorum.” (age, s. 354)

CIA yönetimindeki Kontrgerilla’nın ve 12 Mart Faşist Diktatörlerinin Kızıldere’de katlettiği devrimci gençlerimiz işte böyle acımasız, caniyane bir sürek avı sonucunda orada toplanmışlar ve canlarını vermişlerdir.

Olayın böyle bir av sonucu gerçekleştiğini Cihan Alptekin’in ablası Nuran Alptekin Kepenek de “Oy Cihan Bizum Cihan” adlı Kızıldere şehitlerine bir ağıt niteliğindeki kitabında netçe söyler.

Oysa Kıvılcımlı Usta, devrimci gençlerimizi bundan sakındırmak için ne kadar da çabalamıştı. Ama genç yoldaşlarımız bu havaya kapılmışlardı bir kere. Her biri kendini potansiyel bir Fidel, Che olarak görüyordu. Hiç kulak asmadılar Usta’nın sözlerine. Tersine, onu pasifistlikle, revizyonistlikle suçladılar bir de…

Kıvılcımlı’ya karşı CIA yönetimindeki tüm yerli satılmışlar güruhu saldırıya geçmişlerdi. Amaç onu etkisizleştirip saf dışı bırakmaktı.

İşte tam da bu dönemde Kıvılcımlı’nın, yapıp ettiğini “CIA Sosyalizmi” olarak değerlendirdiği Bin Kalıplı Şef Doğu Perinçek ve PDA Avanesi devreye girdi. Kıvılcımlı Usta’ya iblisçe, çirkefçe, kuduzca ve alçakça bir saldırı başlattı. Sözüm ona “ideolojik” bir saldırıydı bu. Fakat esasında o da CIA’nın ve yerli Gladyo’nun diğer güçleri gibi aldığı bir sinyal sonucu saldırıya geçmişti Usta’ya karşı.

Saldırısının odak noktası Kıvılcımlı’nın saf dışı edilmesi ve Orduyla devrimci gençlerin arasının açılması hatta karşı karşıya getirilmesiydi. Sonucunda da Orduyla devrimci gençliği çatıştıracak ve genç arkadaşlarımızı kırdıracaktı. Ne yazık ki sonuç da böyle oldu.

  1. Perinçek, Usta’ya karşı bu namussuzca cihadında Marksizmin alfabetik doğrularını, bağlamından kopararak, anlamlarını saptırarak kendi namussuzca amacına yönelik olarak kullanmaya çalışıyordu. Böylece de o dönemde daha Marksizmin alfabetik doğrularıyla haşır neşir olan, onları öğrenmeye çalışan genç, heyecanlı devrimci arkadaşları etkilemek ve kandırmak istiyordu. Nitekim kandırdı da.

Orduya saldırıyordu Bin Kalıplılar Şeyhi. Kıvılcımlı Usta’yıysa orducu olmakla, dolayısıyla da Marksizmin devlet teorisini reddetmekle itham ediyordu. Tabiî çok düzenbazca bir oyun, bir aldatma peşindeydi. Oydu yaptığı. Şimdi, o saldırısından bazı bölümler aktaracağız. Bin Kalıplı, Kıvılcımlı Usta’ya yönelik saldırı yazılarını “Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi” adıyla kitaplaştırdı. O sözde kitap 1975 Şubatı’nda Aydınlık Yayınları’ndan çıktı. Aktarmalarımızı buradan yapacağız. Bin Kalıplı, bu kitabına bir de önsöz yazar, Aralık 1974’tarihli. Buradan başlayalım aktarmaya:

“Bu broşürdeki yazılar, ilk olarak 23 Şubat ve 2 Mart 1971 tarihlerinde, Proleter Devrimci AYDINLIK dergisinin 31. ve 32. sayılarında imzasız olarak yayınlandı. O sırada Marksist-Leninist hareket ile revizyonizm arasında yoğun bir ideolojik mücadele hüküm sürüyordu. TİİKP Savunması, 1970-1971 yıllarında yaygınlaşan oportünist ve revizyonist akımlardan bazılarını şu şekilde tahlil ediyor:

“Parlamentarizmi savunan burjuva sosyalistlerine karşı mücadelede, devrimci hareket içinde darbeci ve milliyetçi akımlar ortaya çıktı. Bunlar, parlamenter yolu reddederken, burjuvazinin bazı kesimlerinin darbe yoluyla iktidarı ele geçirmesine bel bağladılar ve ordunun devrimci olduğunu iddia ettiler. Bu suretle, işçi-köylü yığınlarının mücadelesini küçümsediler ve devrimin halk yığınlarının eseri olacağını reddettiler. İşçi-köylü ittifakına dayanan halk cephesi yerine, darbeci ve reformcu burjuva akımlarıyla ittifakı savundular. Ordu içindeki darbecilerle uzlaşmak, onları geniş halk yığınlarının taleplerinden uzaklaştırdı ve milliyetçiliğe götürdü. Bu sebeple, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını reddettiler ve proleter enternasyonalizmine karşı çıktılar.

“Bunlar, bir yandan burjuva kuyrukçuluğu yaparken, diğer taraftan ilerici ve devrimci güçleri bölen bir tutum takındılar. Marksist-Leninist ilkeleri reddettiler. Leninist bir partinin kurulmasına karşı çıktılar. Türkiye Komünist Partisi’nin 1926 Programı’na tamamen zıt bir çizgiyi savundular. Devrimci kadroları, Türkiye Komünist Partisi’nin devrimci geçmişinden ve Marksist-Leninist ilkelerden koparmaya çalıştılar.”“  (TİİKP Davası – SAVUNMA, 1. Baskı, s. 572 – 573)

“Devlet ve ordu konusunda revizyonist hayaller yayanların başında, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli ve TİP’in oportünist yönetici kliği geliyordu. Bunlardan Hikmet Kıvılcımlı, sınıflar üstü devlet ve ordu teorisini, tâ İslâm tarihinden ve Osmanlılardan başlattığı bir “tarih tezi”ne dayandırmaya çalışıyordu.

“Hikmet Kıvılcımlı’nın siyasî çizgisi, reformcu burjuvazinin darbeci kesiminin kuyruğuna takılmaktan ibaretti. Bu siyasî çizginin ideolojik özünü, “Türkiye’nin orjinalitesi” olarak tanıttığı “tarih tezi” meydana getiriyordu. Geniş halk yığınlarını yaklaşan faşist askeri diktatörlük tehlikesine karşı uyarmak, işçi sınıfını ve bütün devrimcileri Marksist-Leninist ilkelerle cihazlandırmak gerektiği bir sırada, Hikmet Kıvılcımlı, ordunun “devrimin vurucu gücü” olduğunu tekrarlayıp duruyordu. O, Türkiye tarihindeki bütün devrimci atılımların ordu tarafından yapılmış olduğunu iddia ediyordu. Bütün bunlar, bu broşürdeki dördüncü yazının da gösterdiği gibi, Türkiye’deki işçi sınıfı hareketinin daima reddetmiş olduğu oportünist, anti-Leninist görüşlerdi.

“Bu en sistemli ve en gerici revizyonist teoriyi yıkmak için, genel olarak Marksist devlet teorisi üzerinde durmanın yanısıra, Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarih tezi”ni de eleştirmek gerekiyordu. Bu görev, burada okuyacağınız yazılarda yerine getirildi. (Doğu Perinçek, Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı: Şubat 1975, Önsöz, s. 7-8)

Kıvılcımlı Usta, Bin Kalıplı düzenbazın Tarih Tezi’ne saldırısına o günlerde hak ettiği yanıtı vermişti. Bu yanıt “CIA Sosyalizmi Tarih Kalpazanları” başlığıyla 9 Mart 1971 tarihli Sosyalist Gazetesi’nde yayımlanmıştı. Biz de Usta’nın bu yazısını eleştiri serimizin 14 no’lu bölümünde tam olarak aktarmıştık. Orada görüldüğü üzere Usta’mız, Bin Kalıplı’nın saldırısının tümüyle yalandan, demagojiden oluşan bir kalpazanlık olduğunu kesin ve açık bir şekilde ortaya koymuş ve göstermiştir. Bin Kalıplı, burjuva profesörlerin metafizik tarih anlayışlarını sahiplenerek onunla Usta’mızı vurmaya kalkmıştı. Ama ava giden avlanır misali namussuzluğunda suçüstü yakalanmıştı. Ve içyüzü ortaya serilivermişti. Dediğimiz gibi, 14 no’lu yazımızda aktarmıştık Usta’mızın o cevabını. Ama burada bir kere daha o yazıyı yayımlamak, tekrara düşme pahasına da olsa bizce yararlı olur. Hani öğrenme psikolojisinde de kuraldır ya; tekrar, öğrenmeyi olumlu yönde etkiler. Hatırlanacağı gibi o yazı şöyleydi:

CİA SOSYALİZMİ TARİH KALPAZANLARI

“9 Mart 1971

“Ak-Aydınlık, onu yanlışlıkla okuyacak olan her delikanlıyı, “Hanya’yı Konya’yı bilmez” enayi yerine koyarak şöyle diyor:

“Proletaryanın devrim hedefine yönelmeyen bir tarih tezi, proletaryanın bilimi değildir.”

“Söz konusu Tarih Tezi’nin özü “Antika Tarih”in gidiş kanunudur. Bu kanuna göre sınıflı toplum (yani medeniyet-uygarlık) insanlığı ne zaman bir çıkmaza soktuysa, o zaman barbarlık (yani sınıfsız toplum, ilkel sosyalizm) kılıcını çekmiş, Gordios’un kör düğümünü kesmiştir. Bu Tez’de “proletaryanın Devrim hedefine yönelmeyen” ne var?

“Anlatılan açıktır. Sosyalizm, toplu yaşamak zorunda olan insanlığın öyle güçlü bir eğilimidir ki, en ilkel (tarihöncesi) biçimi ile dahi, yedi bin yıl toplumu yok olmaktan kurtarabilmiştir. Modern İşçi Sınıfı gibi bir devrimci sosyal sınıfın bulunmadığı antik medeniyetler boyunca, barbarlığın ikide bir yarattığı rönesanslar (dirilişler), gerçekte (ilkel bile olsa) gene Sosyalizm’in eseridir. Modern İşçi Sınıfının Sosyalizmi ile İlkel Sosyalizm arasında, medeniyet tarihçilerinin uydurdukları uçurum üzerinde insancıl bir köprü vardır.

“Sosyalist beycikler, bu Tez’de ve yığınla aydınlatıcı başka sonuçlarında, “proletaryanın devrim hedefine” yönelmemiş hangi noktayı görüyorlar?

“Bunu anlamış ve anlatmış değiller. Ancak kırk yıl işlenmiş bir araştırmayı, birkaç saatlik üstün körü ve kuyruk acılı okumayla, bir vuruşta yere sermek sevdasındalar. O yüzden, Tez’in bütünlüğü içinde değerlenebilecek birkaç satırının önünü sonunu makaslayarak, Tez’in aslını bilmeyen birkaç çocuğu kandırmaya yeğkiniyorlar.

“Kara Cümlesi Eksik Sosyal Cambazlıklar

“Tabiî her sosyal tez gibi, söz konusu Tarih Tezi de, “kürsü sosyalisti” Beyciklerin sandıkları gibi yahut göstermeye çabaladıkları gibi bilim için bilim yapma hevesinden doğmadı. Doğulu toplumlardaki sosyal sınıf savaşlarının batıdakilere göre çok daha karmaşık oluşu yüzünden yapılmış kırk yıllık teorik-pratik savaşların bir sonucuydu. İster istemez o çok özellikli savaşların anlamları ve gelişmeleri üzerinde uygulamalara yankılar verecekti.

“Ak-Aydınlıkçı sosyalist beyciklerimizi de en çok üzen şey bu uygulamalar olmuş. Uygulamalardan birisi Tarih Tezi’nin Osmanlı Tarihinde ispatlanışıdır. Buna öyle içerlemişler ki, her kızdıklarına akrep kuyrukları ile sokmaya çalıştıkları, o yaman “revizyonizm”lerini nasıl kullanacaklarını bilemiyorlar. Şöyle “bilgincil” sözler kekeliyorlar:

“Kıvılcımlı’nın tahlilinde, tarih içinde toplumun geçirdiği sarsıntılar, bir ileri aşamaya atılıştan hep kulak arkası edilmektedir.”

“Eş mâna?” Ne demek istedikleri anlaşıldı mı? Yüksek öğretimde bu denli “kara cümlesi eksiklik” olmamalı. Belki bir kaleme alış veya düzeltim yanlışıdır. Geçelim. Asıl okuyacak olana Tarih Tez’inden iki fare yakalayıp sunuyorlar:

“1- Osmanlılığın “kuruluş” problemi;

“2- O problem yüzünden tarihi “dümdüz”, “metafizik” görüş…

“Ak-Aydınlıkçı sosyalizm aslanları, bu iki iddialarını tutturabilmek için “dümdüz” yalanlar uydurup, hiçbir metin vermeksizin inanılmaz “cambazlıklara” girişiyorlar. Sırasıyla görelim.

“Osmanlılık üzerinde, Tarih Tezi’nin açık metinleri yerine, cici sosyalizmin şu iki makyajlı genelev sermayesi müşteriye sunuluyor:

“Kıvılcımlı, Osmanlı Devletinin kabile demokrasisi gelenek ve görenekleri üzerine kurulduğunu söylüyor. Tam tersine, Osmanlı Devletinin kurulması kabile demokrasisinin yıkılması ve yerini feodal bir devletin alması olayıdır.”

“Kıvılcımlı’nın böyle bir cümlesi yok. Cici sosyalizm Beyciklerinin “bilimsel” kafacıkları öyle yakıştırmış. Sonra dönüp o bayağı yakıştırma üzerine Kıvılcımlı’yı arkadan vuracaklar. Böyle uydurma lâfla adam kandırmak aslanlık değil, sosyalizm kediliği bile değil, tam müflis küçükburjuva kalpazanlığını ve burjuva düşünce vurgunculuğunu maskeleyen sosyalizm çakallığıdır.

“Nasıl mı?

“Belirtelim.

“Metafizik Kaşığı İle Skolâstik Pisliği Yiyiş

“Tarih Tezi, Osmanlılığın, kabile demokrasisi “üzerine” değil, kabile demokrasisinden kaynak almış vurucu güç “tarafından” kurulduğunu görür. Osmanlılık kabile demokrasisi “üzerine kuruldu” denilirse: Osmanlılık yaşadıkça, hep kabile demokrasisi üzerine dayandı, demek olur ki, gerçeğe aykırı düşülür. Çünkü “Osmanlı Devleti kurul”dukça elbet “kabile demokrasisi yıkılmış”tır.

“Kabile demokrasisi hem kendisi yıkılıyor, hem Devleti kuruyor, bu nasıl olur denecek? Bu “çelişkidir” denecek. Tamam; biz de onu söylüyoruz. Eğer bu söylediğimiz, kendi aklımızdan uydurulmuş bir çelişki olsaydı, elbet “saçma” olurdu. Ne var ki, Osmanlı Tarihinin som gerçekliği o çelişkinin zembereği ile kurulmuştur. Yâni, İslâm ve Bizans derebeylik devletlerini yıkan da, Osmanlı Devletini kuran da aynı zamanda, aynı ilkel sosyalizm ilişkilerini yaşatan “kabile demokrasisi”nin ilk Osmanlı ilblerine (gazilerine, şövalyelerine) verdiği güçtür.

“İlk Osmanlılar Bizans tekfurları, yahut Selçuk Sultanları gibi derebeyleşmiş bulunsa idiler, fethettikleri yerlerde Dirlik Düzeni denilen köklü toprak reformunu ve tarihsel devrimi yapamazlardı. O zaman toprak köleliğinden “Çiftçi” durumuna geçmek isteyen ezik köylüye halk yığınlarınca kucak açılarak karşılanmazlardı. Dolayısı ile Osmanlı Fütuhatı, saman alevi gibi, üç kıtayı çarçabuk saramazdı. Osmanlı Devleti 600 yıl yaşayamazdı. Bütün o zincirleme tarih olayları en kör gözün bile görmezlikten gelemeyeceği gerçekliklerdir. Hacıağa yahut Finans-Kapital veletlerinin paşa keyiflerince uyduracakları sosyalizm kalpazanlığı ile görmezlikten gelinemezdi.

“Buna karşılık, o Tarihsel Devrim prosesinin vurucu gücü olan İlkel Sosyalizm (Ak-Aydınlık Beyciklerinin sevdikleri deyimle: “kabile demokrasisi”) Osmanlı Devletini kurarken, kendi kan örgütlerinin yıkılışını getirmedi mi? Getirdi. Devleti kuran güç yıkılır: Bu canlı, gerçek çelişkiyi namusluca kavramak için, üç buçuk skolastik kürsü döküntüsü cici sosyalistin üç buçuk yılda “diyalektik maddeciliği” ezberleyip metafizik beyinsizliğe soysuzlaştırması yetmez. Diyalektik, ezberlenecek bir CIA Sosyalizminin dogm’u değildir. Tarih içinde canını dişine takıp dövüşenlerin, adım adım uygulayabilecekleri bir metot ve mantık işidir.

“Sosyalizm Çakallarının Vakıfa Pevlemeleri

“Cici Sosyalizm çakalları, onları belki adam olurlar sanmış olan Türkiye İşçi Sınıfı savaşçılarının ayak izlerini koklaya koklaya “pev”lemekle, bozgunculuk yaratabileceklerini mi umuyorlar?

“Boşuna çaba. Onu, kendilerinden çok daha aktif küçükburjuva şarlatan devrim yobazları bile yapamadılar. Osmanlı Tarihi, öyle Marksizm softalığının tekerlemesi gibi “kabile demokrasisinin yıkılması ve yerini feodal devletin alması” biçiminde olmadı. Bu, eski sapık sosyalizm şarlatanlığı Tortskizmin, aşırı ve keskin “permanan devrim” gevezeliği ile Leninizmi mat etmeye kalkışmış yenik formülünü tarih alanına yakıştırıvermek olurdu. Tortskizm de, olmaz maskara küçükburjuva bensizliği ile, tarihin basamaklarını “düz” ve “yalınkat” edebiyat mantığı ile atlamak için şöyle demişti:

“Çarlığın yıkılması ve yerini proletarya devletinin alması”

“Bu formül, sürü sürü zıpçıktı aydın sosyalistin ve gizli açık provokatörün ağzının suyunu akıtmış, suyu bulandırmıştı. Tarih öyle yürümedi. Çarlık yıkıldı. Onun yerine burjuva iktidarı Kerenski’leri kullandı. Sonra onu işçi-köylü iktidarı kovaladı. Proletarya demokrasisi gene köylü yığınlarıyla sosyalizme geçişi sağladı.

“Tarih ileriye gidiş gibi geriye gidişinde de, hangi basamakları aştı ise, onları olmamış saymak neyi değiştirir?

“Osmanlı Tarihi, “kabile demokrasisi” yıkılır yıkılmaz “feodal bir devlet” biçimine girmedi. Tarihin belirli çağı üzerinde yapılmış bir kesitle, tarihin bütün gelişimi üzerine genelleme yargı yürütmek: 19’uncu Yüzyıl ortalarına dek az çok mazur görülebilecek burjuva metafizik mantığını ve metodunu kullanmak demektir.

“Ak-Aydınlıkçı beycikler, kendilerine sakınmaları için kaç yol açıklama yaptığımız bir çukura düştüler. Burjuva profesörlerinin sempozyumundaki metafizik “Osmanlı Feodalitesi” tekerlemelerini sözde bize gönderip eleştirimizi alacaklar ve hepsini birden basacaklardı. Bir daha sözlerinde durmadılar. Burjuva tarih tezini mal bulmuş mağribî gibi yayınladılar. Şimdi düştükleri skolastikle, kendi kafalarını da çorba ederek cezalandırdılar.

“Söz konusu Tarih Tezi, Osmanlı toplumunun toprak temelinde derebeyleşmeyi azıttıran kesim (mukataa) düzeninden önce, ilk yüzyıl boyu sürmüş, ikinci yüzyıla doğru Mehmet Fâtih olmadan yeni bir dirilişe uğratılmış bir dirlik düzeni yaşandığını açıklamıştır. Ak-Aydınlıkçı cici beycikler o yüzyıl boyu yaşanmış ve “Mirî Toprak” rejimiyle tâ Tanzimat’a dek kalıntılarını zaman zaman teptirmiş bulunan Dirlik Düzeni’ni niçin atlıyorlar?

“Akıllarınca Tarih Tezi’ni yalan dolanla çürütmek için.

“Tarihin Gelişimini “dümdüz” Eden Kim?

“Bir tezi çürütmek için, ilkin onun özünü namusluca, hiçbir tahrife girişmeden olduğu gibi koymak, sonra yanlışlığını gerçek olayların ışığında açıklamak gerekir. Cici sosyalist beycikler bunun tam tersine kalkışıyorlar. Tez üzerine kendi uydurdukları yalanlara dayanıp, bilmeyenleri aldatacak şöyle sövgüler havlıyorlar:

“Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi Marksist bir tarih kavrayışından uzaklaşmakta, sonuç olarak tarihi dümdüz bir gelişme olarak gören metafizik bir tez olmaktadır.”

“Evet. Bunu yazabiliyor. Sözcüklerin, anlam namusu tanımayan dillere isyan edemeyeceklerini bilen cici sosyalistlerimiz hep öyle kelimelerin ırzına geçmekle, kendi namuslarını lekelediklerini kavrayamıyorlar. Yukarıda, Osmanlı Tarihinde burjuva bilginlerinin ve Ak-Aydınlıkçı çömezlerinin nasıl “metafizik” mantıklarına kurban gittiklerine değdik. Ak-Aydınlık beyciklerinin en bukalemunu olan D. P.’ye (Demokrat Parti’ye değil, onun ilk faşist komandolarından keskin Sosyalizme fırlamış Bay D. P.’ye) yanımıza her sokuluşunda en az birkaç öğün söylediğimiz söz hep; “tarihi dümdüz bir gelişme” saymaktan çekinmesi idi. Şimdi sıra onlara gelmiş. Onlar bizi “dümdüz gelişme” ile suçluyorlar!

“Ne var ki, Tarih Tezi yıllar yılıdır yazılı ve basılı olarak ortada duruyor. Acep Ak-Aydınlık beycikleri Tez’e “tükaka” demekle kimsenin okumayacağını, hele anlayamayacağını mı sanmışlar?

“Tarih Tezi, Osmanlılığın ilkel sosyalizmden sınıflı topluma ve en sonra derebeyleşmeye geçişindeki basamakları, en somut örneği ile 300-400 yıl önce yazılmış Osmanlı Tarih’lerinden alıp açıklamıştır. Örnek, Hacı Halife (G. 1058, İ. D. 1647) ile Naimâ (G. 1121, İ. D. 1708)’nin tarih felsefelerinden özetlenmiştir.

“Tarih-Devrim-Sosyalizm” kitabında, ilkel sosyalizmden medeniyete geçiş, olağanüstü duru gerçeklikte beş “Tavır” (Aşama) olarak özetlenir:

“1- Tavr-ı Evvel:

“Doğuş sıralarında devletin “Sahib”i vardır. “YOLDAŞ ve GÖZCÜ” demek olan sahibidir o… Sahip sözcüğünün ilk anlamından kayışı, gittikçe ZIT anlama gelişi, Toplumun özellikle toprak münasebetlerindeki soysuzlaşma, DEREBEYLEŞME gidişi ile geçirdiği değişikliklere ayna olur.” (Tarih-Devrim-Sosyalizm, 1965, s. l63, Derleniş Yayınları, Üçüncü Baskı, s. 244)

“Bu açıklama nedir?

“Tarihin “dümdüz-metafizik” değil, diyalektik bir gelişimle “zıt” (çelişik) gidiş gösterdiğine belgedir. Ve bütün ondan sonraki dört “Tavır” (Aşama) böyle diyalektik ilişki-çelişkilerle Derebeyleşmeye doğru basamak basamak atlayıp geçer.

“Derebeyliğe Uzanan Dört Aşama

“2- Tavr-ı Sani:

“İlk barbarın ülkücü karakteri aşınmaya başlar. Toplumda o zamana kadarki KAN teşkilâtı yerine, SINIFLAR ve SINIF dövüşü geçince; artık, içerideki gerginliği dengeleştirecek eski her şeyde ORTAKLIK: Müşareket prensibini güden GELENEK ve GÖRENEK’ler YASAK edilecektir.” (ay, s. 165; DY, s. 247)

“KANDAŞLIK bağları yerine KUL ve AĞA, KÖLE ve EFENDİ münasebetlerini geçirmek kolay edinilir bir bilim değildi. O hinoğluhinliği başka kimse çakmadan öğrenen açıkgöz, eski KAN düzenli EŞİT ve KANDAŞ toplumu ancak atlatabilirdi.” (TDS, s. 167, DY, s. 250)

“Her düşünce dolandırıcısı olmayan için besbelli olduğu gibi: “EŞİT KANDAŞLIĞI… YASAK” etmekle, onun “GELENEK-GÖRENEK”lerini “YOK” etmek arasında uçurumlar vardır. Toplum bu uçurumlu aşamaları atlaya atlaya en son konağı olan DEREBEYLEŞME’ye varacaktır. İlgilenenler ayrıntılarını yerinde okur. Son üç aşama için birkaç söz:

“3- Tavr-ı Sâlis:

“Bezirgân Medeniyetin yükselişi”, “sosyal ve ekonomik gelişim devridir.” (TDS, s. 171, DY, s. 256)

“Demek Toplum, üçüncü aşamasında bile, henüz derebeyleşme arteriosklerozu’na girmemiştir. Gerilemez, ilerler.

“4- Tavr-ı Râbi:

“Bezirgân medeniyetinin durması”, “eski, nispeten namuslu, az çok idealist devlet adamları ortadan kalkmış”tır. “Teâtı-i İrtişâ” (rüşvet alışverişi) ve “Mala meyilli Ricâl-i Mutlaka” (özel mülkiyet eğilimli müstebit devlet adamları) türemiştir. (TDS, s. 172, DY, s. 256-57)

“Demek Toplum ancak dördüncü aşamasında derebeyleşmeye başlamıştır. Henüz gerilemez ise de ilerleyemez de.

“5- Tavr-ı Hâmis:

“Bezirgân medeniyetinin çökmesi” (T.D.S., s. 173, DY, s. 258) “Temeli Bezirgân-derebeyi farelerince aşınmış bir toplumun öteki bütün siyasi, hukuki, ahlâki, felsefi, dini vb. ÜSTYAPISINDA iler tutar yer kalamaz.”

“Artık boğuşma üst tabakaları sarmıştır. HARP önlenemez, sürer. İSTİKRAZ yetmez, arttırılır. DEREBEYİCE ödünç almalarla MÜSADERE’ler, çapulu zenginler katına doğru çıkarır. Onlar, çalışan fakir halk gibi kaderlerine küsemezler. Birbirlerine düşerler. Yahut Osmanlı usulü: KOYU DİNDARLIK ayranları kabarır. Kimi “HACILIĞA”, kimi Mısır’a çil yavrusu gibi kaçışırlar. “Ve son VURUŞU yapacak BARBAR, toplumun altlı, üstlü bütün sınıflarınca, kurtarıcı gibi beklenir.” (TDS, s. 174, DY, s. 259-60)

“Bizim cici sosyalist kılkuyruklar, bunları okumamış mıdırlar?

“Tarih Tezi, Antika Tarihi böyle batıp çıkan sonsuz çelişkileri içinde buluyor: Beyciklerin, yayınladıkları burjuva feodalizm anlayışının skolastik batağından burunlarını çıkarıp Tarih Tezi’ni dümdüz bir gelişme, metafizik bir tez olarak ilân etmeleri neye benzer?

“Onlardan daha özürlü olan isterik salon kokotunun, kendi pisliğini lavantalarla örtmesine… Yahut onlardan daha haklı olan sokak fahişesinin, aşağılık kompleksi ile, bütün komşu kadınların namuslarından şüpheyle konuşmasına ve herkese pislik atmasına… Kadıncıklar mecbur. Bu beycikleri yalana, dolana, namussuzluğa zorlayan yok, sanırız.” (Hikmet Kıvılcımlı, CIA Sosyalizmi Tarih Kalpazanları, Sosyalist Gazetesi, 9 Mart 1971)

Çok açık biçimde görüldüğü gibi yoldaşlar, Kıvılcımlı Usta, cami duvarına işemeye yeltenen Bin Kalıplı Pervane’ye hak ettiği yanıtı veriyor.

O yanıttan sonra Bin Kalıplılar iflah olmadılar bir daha. Bundan sonra da olamazlar. Usta’mızdan aldıkları o darbe, ölümcüldür. Onarımı asla olası değildir. Tabiî aynı zamanda da bunların içyüzlerinin hemen herkesçe apaçık bir biçimde kolayca görülmesini sağlamıştır, Usta’mızın o yanıtı.

Bu sebepten, biz bu yazımızda Bin Kalıplı’nın, Usta’mızın Tarih Tezi’ne yönelttiği demagojik kalpazanlıklarına girmeyeceğiz. Dedik ya; Usta’mız gereken, hak ettiği cevabı ona vermişti, diye.

Burada biz sadece Bin Kalıplı’nın Ordu konusunda nasıl kalıptan kalıba geçtiğini, kalıp değiştirdiğini göstereceğiz. Malum ya; onun belirleyici karakteristiği Bin Kalıplı oluşudur. O, ele aldığı her tezin mutlaka ama mutlaka her iki zıt ucunu da savunmuştur. Geçmiş yazılarımızda göstermiş olduğumuz gibi bazen de bir uçtan diğerine dönüp durmuştur, zıplayıp durmuştur.

O, bir tek konuda görüş değiştirmemiştir sadece. Başında ne ise bugün de öyle kalmıştır. Belki burada bazı arkadaşlar şaşıracak. Acaba o da ne ola ki? Böyle bir şey mümkün olabilir mi diyecekler haklı olarak. O da şudur yoldaşlar: İsmi… Babası Demirel’in “sağ kolu” Mehmet Sadık Perinçek, adını “Doğu” koymuştur bunun. Bu da ona bugüne dek dokunmamıştır. Yeter artık bundan sonra benim adım “Batı” olacak, dememiştir. Bu konudaki hakkını da teslim etmiş olalım. Ama eski dostu Yalçın Küçük’ün ve bir zamanlar (2007’de) Odatv’nin de dediği gibi yarın ne deyip ne demeyeceği konusunda bir şey söyleyemeyiz…

“(…) bugün “ordunun devrimci bir geleneğe sahip olduğu” iddiası tamamen yanlış bir tarih tahlili üzerine oturtulmuştur.” (agy, s. 20)

“Oysa bu muhtıra (12 Mart Muhtırası-Nurullah Ankut), ordunun, hâkim sınıfların vurucu gücü olarak, halkın devrimci mücadelesini ezme görevini yüklenmesinin ifadesiydi.” (agy, s. 12)

Bir iki aktarma da Bin Kalıplılar’ın 1974’te yayımlanan 141 imzalı “TİİKP Davası Savunma” adlı kitaplarından yapalım.

“Türkiye Ordusu NATO Generallerinin Emrine Verilmiştir

“Amerikan emperyalizminin yarı-sömürgesi olan Türkiye askeri yönden de emperyalizme bağımlıdır. Askerlik şubeleri, bazı idari kuruluşlar ve jandarma birlikleri dışında bütün muharip güçleriyle Türk Ordusu, NATO’ya bağlıdır. NATO generallerinin emri altındaki bu ordu Amerikan emperyalizminin tahakküm ve yayılma emellerinin hizmetine verilmiştir. Amerikan emperyalistleri, Türkiye’deki hakimiyetlerini bizzat Türk Ordusu vasıtasıyla korumaktadırlar.” (Türkiye İhtilalci İşçi köylü Partisi Davası Savunma, s. 442)

Devrimci Savaş Halk Yığınlarının Savaşıdır

“Demokratik devrim ancak silahlı mücadele yoluyla zafere ulaşabilir. Demokratik devrimin başarılamadığı yurdumuzda, halkın mücadelesi, daha başından hakim sınıfların silahlı zorbalığıyla karşılaşmaktadır. Devrimci güçlerin toparlanması, birleştirilmesi ve iktidar hedefine yöneltilmesinin yolu, hakim sınıfların silahlı zorbalığına, silahlı mücadele ile karşı koymaktır.

“Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi, geniş köylü yığınlarına dayanan halk savaşını tek kurtuluş yolu olarak kabul ediyor. Bugün hakim sınıflar güçlü görünmektedir. Onlar iktidarı ellerinde tutuyorlar ve merkezi orduları vardır. Ancak, nihai olarak güçlü olan, halktır. Halkın zaafları ve yenilgileri geçicidir. Hakim sınıfların zaafları ise sürekli ve kaçınılmazdır.

“Halkın güçleri, uzun süreli bir gerilla savaşı yolunu izleyerek gelişebilir. Geniş köylü kitlelerine dayanan ve belli üsler edinen silahlı mücadele, uygun yer, zaman ve şartlarda üstün bir gücü düşmanın zayıf olduğu noktalara yığarak, düşmanı teker teker yok edebilir. Devamlı bu taktiği uygulayarak halkın güçlerini birleştirebilir ve düzenli ordular kurulabilir. Halk savaşı, halkın silahlı güçleri düşmanı yok edecek güce ulaşana ve ona nihai darbeyi indirecek duruma gelene kadar uzayan bir savaştır.

“İhtilalci savaş halk yığınlarının savaşıdır. Ancak yığınları seferber ederek ve ancak yığınlara güvenerek yürütülür. Silahlı mücadelenin tek amacı, her seferinde daha geniş kitleleri silahlı mücadeleye seferber ederek iktidarı ele geçirmektir. Halk ordusu, böyle bir mücadele içinde inşa edilebilir. “Halkın ordusu yoksa, hiçbir şeyi yok demektir.”

“Ülkemizde halk savaşı, esas olarak silahlı mücadele yoluyla iktidarın köylük alanlarda parça parça kazanılması, devrimci üsler kurulması, şehirlerin köylük alanlardan kuşatılıp gerici iktidarın ülke çapında yıkılması ve halkın devrimci iktidarının kurulmasıyla zafere ulaşır” (TİİKP Programı, Madde 39)

“Türkiye İhtilalci İşçi köylü Partisi, esas olarak köylük alanlara dayanan devrimci mücadeleyi, şehirlerde işçi sınıfının ve halk yığınlarının mücadelesiyle birleştirecektir.

“Silahlı mücadele proletaryanın siyasi mücadelesinin en yüksek şeklidir. Halkın silahlı güçleri, proletaryanın iktidarı ele geçirme mücadelesinin araçlarıdır. Bu sebeple silahlara, proletarya partisi kumanda eder.” (agy, s. 582-583)

Açıkça iddia edilen şudur: Türk Ordusu, Parababalarının, ABD’nin, NATO’nun “vurucu gücü”dür. Bu ordu, Tarihten de hiçbir ilerici, devrimci gelenek getirmez. Dolayısıyla da herhangi bir devrimci geleneği yoktur. Bu ordu, halka zulümden, sömürgenlere bekçilik etmekten, ABD’ye ve NATO’ya hizmet etmekten başka hiçbir şey yapamaz.

Halk ordusu, onu parçalayıp dağıtacaktır, saf dışı edecektir. Ancak böyle bir mücadele içinde bir halk ordusu inşa edilebilir.

Bugün Ordu, Osmanlı’nın ilk kuruluşundan gelme devrimci gelenek taşıyor demek, o geleneğe sahip askerlerin devrimde vurucu güç rolü oynayacağını iddia etmek, Marksizmi-Leninizmi, Maoizmi reddetmek, burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmek anlamına gelir. Bu sınıf uzlaşmacılığıdır, kitlelerin kafasını bulandırmayı amaçlar.

Ordunun devrimci geleneğe sahip olduğunu savunan Kıvılcımlı da devrimci değil, sınıf uzlaşmacısıdır, reformisttir, burjuvazinin tezlerini savunmaktadır.

İşte Bin Kalıplı’nın Usta’mıza yönelttiği demagojik saldırının özeti budur.

Yoldaşlar, Bin Kalıplı Kalpazan aslında yukarıda aktardığımız görüşlerini 12 Eylül’ün askeri mahkemeleri önünde reddeder. Onlardan vazgeçtiğini söyler. Nedamet getirir. Biz bu görüşleri bıraktık, der.

Tabiî askeri mahkemenin karşısında dizleri titremektedir, tavşan yürekli Bin Kalıplı sahte kahramanın. Bütün derdi paçayı kurtarabilmek, yuvasındaki eşinmesine yeniden dönebilmektir. Nadim olsam da, mahkeme karşısında diz çökmüş olsam da, nasıl olsa bundan sonra da bana kanacak, peşime takılacak ahmaklar bulunur, diye düşünmektedir.

Ne dersiniz yoldaşlar, bu son düşüncesinde pek de haksız sayılmaz hani…

Şimdi, bu pervanenin diz çöküşünü görelim:

“İddianame, bizim devleti yıkmak ve orduyu parçalamak için çalıştığımızı ileri sürüyordu. Getirdiği kanıtlar ise, 1973’de yargılanması yapılan TİİKP Belgeleri, bu yargılamada sanıkların yaptığı “Savunma”, Doğu Perinçek’in 1970 yılındaki yazılarını derleyen “Kıvılcımlı’nın Burjuva Devlet ve Ordu Teorisinin Eleştirisi” adlı broşür, Halkın Sesi ve Aydınlık dergilerinde çıkmış bazı yazılardan alıntılardı. Bunların hiçbiri TİKP’ye ait belgeler değildir.

“GÜNÜMÜZDE DEVRİMCİ SORUMLULUK

“DEVLETİ YAŞATMAK

“TİKP’nin devlete ve orduya karşı tutumu ise son derece açıktır. TİKP, dünyadaki gelişmeleri değerlendirerek, 1978 Ocağındaki kuruluşundan itibaren Türkiye devletini ve orduyu, dış tehdide karşı koruma ve güçlendirme çizgisini benimsemiş ve uygulamıştır. Bunun yüzlerce kanıtı vardır.

“Bu tutum, Merkez Komitesi Raporunda şöyle ifade edilmektedir:

“Bugün Sovyet sosyal-emperyalizmi Türkiye devleti ve ordusunu parçalamaya çalışmaktadır. Partimiz ise, Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı Türkiye devleti ve ordusunu savunuyor.” (TİKP Merkez Komitesinin Parti Meclisinin 4. Toplantısına Raporu, Türkiye Gerçeği, sayı 5, Temmuz 1979, s.8)

“Genel Başkan Doğu Perinçek, bugün devrimcinin devlet ve ordu konusundaki tutumunu şöyle belirmektedir.

“Bugün gerçek bir devrimci, gerçek bir halkçı, Türkiye devletinin yaşamasından yanadır. Hatta tarih bugün devrimcilerin omuzlarına devleti yaşatmak için kendisini gerçek devrimciler ve demokratlar kadar sağlam savunucular bulamaz.” (“Dokunulmaz Devlete Dokunmak” Aydınlık, 1 Ağustos 1980)

“Bu tutumu ortaya koyan diğer belgeler, Doğu Perinçek’in sorgusuna eklediği (IV) No’lu dosyada sunulmuştur.

“Devleti yıkma iddiasına açık bir cevap: “Yaşasın Türkiye” sloganımız

“İşte bu görüşleri dolayısıyla Partimiz, “Yaşasın Sovyetler Birliği” sloganına karşı “Yaşasın Türkiye” sloganını benimsemiş, bu sloganı 1. Genel Kongresi dahil bütün kongre ve toplantılarında büyük afişlere yazarak asmış, kitle halinde haykırmıştır. (Belgeler için bkz. Doğu Perinçek’in sorgusuna ekli V. Dosya)

“(…)

“TİKP, MİLLİ SAVUNMAYI GÜÇLENDİRMEYİ “MERKEZİ GÖREV” KABUL ETMİŞTİR

“Ordu konusuna gelince: İddianamenin bu konuda gerçeği yansıtan bir tutum içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü yüzlerce kanıta rağmen ve kendilerini doğrulayacak tek bir belge olmadığı halde, bizleri “orduyu parçalamak ve dağıtmak” çabasıyla suçluyordu.

“Oysa TİKP, milli savunmayı güçlendirmeyi MERKEZİ GÖREV olarak benimsemiştir. Dikkat çekeriz: TİKP, bu konuda susmuş değildir. Milli savunmanın güçlendirilmesini herhangi bir görev olarak da benimsemiş değildir. MERKEZİ GÖREV olarak benimsemiş, bunu bütün önemli belgelerinde vurgulamış, 1. Genel Kongrede tespit ettiği on maddelik siyasetlerinde birinci madde olarak kararlaştırmıştır; yani milli savunmamızın güçlendirilmesine birinci önemi vermiştir. Bu tutumu alan ikinci bir parti yoktur.

Yurt savunmasında halka dayanmak suçsuzluğun kanıtıdır.

“İddianame, suçlamasına kanıt olarak, “öz kaynaklarımıza ve halkın silahlanmasına dayanan yurt savunması” sloganımızı göstermiştir.

“Bu slogan kullanıldığı hemen her yerde açıklamış ve Türkiye Ordusunun güçlendirilmesi anlamını da içerdiği ayrıntılı olarak belirtilmiştir.

“1. Genel Kongremizde oybirliği ile kabul edilen Merkez Komitesi Raporunun “Başlıca Siyasetlerimiz” bölümünün birinci maddesi “Güçlü bir Milli Savunma” başlığını taşımakta ve yurt savunması siyasetimizi şöyle açıklamaktadır:

“Silah yönünden bizden güçlü olan saldırganı alt edebilmek için milletin topyekun bütün güçlerini ve kaynaklarını seferber edebilecek, halkın silahlandırılmasına ve öz kaynaklarımıza dayanan, her türlü dış yardımı bu anlayışa bağımlı kılan bir milli savunma siyaseti izlemeliyiz. (…)

“Rusya’nın beşinci kolunun, halk ve silahlı kuvvetler içinde yaymak istediği teslimiyetçiliğe, yıkıcılığa ve pasifizme karşı mücadele yürütülmeli, Milli Kurtuluş Savaşımızın bağımsızlık ve kararlı direniş ruhu canlandırılmalıdır. Rusya’nın beşinci kolunun ve MHP’nin ordu içine sızdırdığı unsurlar derhal temizlenmelidir.

“Gerekli demokrasi önlemleri alınarak, halkla ordu arasındaki ve ordunun kendi içindeki birlik geliştirmeli, böylece silahlı kuvvetlerin moral gücü yükseltilmelidir.” (Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin Siyasi Çizgisi, s.89-90)

“Milli savunma politikası bu kadar açık olan bir partinin nasıl olur da “orduyu parçalamak” amacını güttüğü iddia edilebilir?

“Orduyu parçalamak” bir yana TİKP:

“1- Orduyu parçalamak amacıyla yürütülen yıkıcı faaliyetlere karşı uyanıklığı savunmaktadır.

“2-Halkla ordu arasındaki ve ordunun kendi içindeki birliğin sağlamlaştırılmasından yanadır.

“3- Silahlı kuvvetlerin moral gücünün yükseltilmesini istemektedir.

“Aynı konu Genel Başkanın 1. Genel Kongrede yaptığı Açış Konuşmasında şöyle açıklanmaktadır:

“Evet saldırganın askeri güçleri bizden üstündür. Silahları daha fazladır. Ordusu daha moderndir. Ama ülke bizimdir. Dağını gediğini, inişini yokuşunu, çayını ırmağını biz biliyoruz. (…)    

“Halk bizimdir. Kendi halkımızın yaşadığı topraklarda savaşacağız. İşte bizim üstünlüğümüz de buradadır. Savaşın sonucunu hiçbir zaman modern silahlar değil, halk, insan unsuru tayin eder. Üstelik bizim güçbirliği yapacağımız bir dünya barış cephesi vardır. Türkiye saldırgan karşısında yalnız değildir.

“Bütün bunlar, bizim, silah unsurunu arka plana düşüren, insan unsurunu ön plana geçiren bir savunma siyaseti izlememiz gerektiğini ortaya koymaktadır. İnsan unsurunu ön plana çıkartmak, milletçe topyekûn bir direnişi hazırlamak demektir. Cephe savaşlarıyla kesin sonuçlu bir hesaplaşmaya gitmek değil, saldırganı uzun süreli bir savaşla kırk beş milyonluk silahlı halk denizinde boğmak çizgisini izlemeliyiz. (Türkiye Gerçeği, sayı 12-13, Şubat-Mart 1980, s.17)

“Modern savaş, topyekûn savaştır. Özellikle üstün askeri güçlere karşı savaş, topyekun halkı seferber ederek ve halkı silahlandırarak kazanılabilir.

“(…)

TSK Komutanları Topyekûn savunma anlayışını savunuyor

“Milli savunmayı tüm halkın maddi ve manevi seferberliğine dayandırmak, bugün daha da büyük önem taşımaktadır, ve bu gerçek Türk Silahlı Kuvvetlerinin en yüksek komutanlarınca da dile getirilmiştir.

“Nitekim Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Aydınlık gazetesine verdiği özel demeçte aynen şunları söylemektedir:

“(…) topyekûn savunma anlayışının halk içinde yaygınlaştırılmasının son derece hayati bir konu olduğu da muhakkaktır.

“(…)

“Günümüz savaşları artık, silahlı kuvvetlerin savaş alanlarında yaptıkları bir mücadele olmaktan çıkmış bütün yurt sathına yayılan ve tüm vatandaşları kapsamına alan bir şekle dönüşmüştür. Bir başka tanımla, savaş; ulusların maddi ve manevi bütün güçleriyle yapmış oldukları bir mücadele olmuştur.

“(…) birçok yasamızda da milli güvenliğimiz ve topyekûn savunma konularında Türk ulusuna birçok görev ve sorumluluklar verilmiştir.” (Aydınlık Gazetesi, 28 Mart 1980)

“Genelkurmay Başkanının da belirttiği gibi, Türkiye için, milletin bütün güçlerini seferber eden topyekûn savunma dışında, doğru bir anlayış olamaz.

“Yalnız Orgeneral Evren değil, daha önceki Genelkurmay Başkanları ve Silahlı Kuvvetlerin birçok komutanı, savaşın sonucunu silahların değil, insanın tayin ettiğini belirtmişlerdir. Nitekim bir çok ülke, artan tehdit karşısında, insan unsurunu değerlendiren topyekûn savunma anlayışıyla hazırlık yapmaktadır. İsviçre ve Yugoslavya buna iki ayrı örnektir. İsviçre ile ilgili bir belge sorgumuza ek olarak sunulmuştu.

“Öte yandan, Partimizin, savunma anlayışına temel olan durum tahlilini, gene komutanlar çeşitli konuşmalarında dile getirmişlerdir. Örneğin NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sedat Güneral, 1981 yılının Şubat ayında Erzurum’da yapılan “Cumhuriyet Fazilettir-81 Kış Tatbikatı” sırasında “Türkiye’nin askeri olanakları nelerdir” sorusuna şu cevabı vermiştir:

“Kara, deniz ve hava tehdidi NATO’nun hiçbir bölgesiyle kıyaslanamayacak şekilde hem miktar, hem de kalite bakımından müthiş denecek ölçüde büyüktür. Belki de en büyük tehdit, bu bariz kuvvet üstünlüğünün muhtemel mütecavizi çok çabuk ve önemli ölçüde bir başarı yolunda tahrik ve teşvik etmesi olarak tanımlanabilir.” (Ufuklar, sayı 9, 16 Şubat 1981, s. 3)

“Bu gerçekler karşısında, Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak için, “öz kaynaklarımıza ve halkın silahlanmasına” önem veren bir savunma anlayışı dışında bir yol var mıdır?

“Ancak ABD Genelkurmayının mantığıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetlerini düşmanı oyalayabilecek bir güçten ibaret görür. Ve halka dayanan savunma stratejisine pek ilgi duymaz. Türkiye yurtseverlerinin mantığı ile Pentagonun mantığı farklıdır.

Milli Güvenlik Derslerini destekleyen tek parti TİKP olmuştur

“TİKP, Kuzeyden gelen tehdide karşı orduyu güçlendirme siyasetini bir mücadele konusu haline getirmiştir. Partimiz, Moskova yanlılarının “silah değil kreş” sloganının ne anlama geldiğini ortaya koymuş, bu görüşe karşı Türkiye’nin silahlanmasını ve ordunun her yönden modernleşmesini savunmuştur.

“Milli Güvenlik Derslerinin yeniden düzenlenmesini destekleyen biricik parti gene TİKP’dir. Partimiz, yeni Milli Savunma Bilgisi öğretim yönetmeliğinin yayınlanmasını, “sevinçle karşıladığını” bir bildiri ile kamuoyuna açıklamıştır. Bu bildiride şu görüşlere yer verilmiştir:

“Başta gençlerimiz olmak üzere, 45 milyon yurttaşımız topyekûn direnme anlayışıyla eğitilmelidir. Yurtseverlik bilincinin birlik ve beraberlik ruhunun güçlendirilmesi, yurt savunması için fikri ve pratik eğitimin gerçekleştirilmesi, hayati görevimizdir. Saldırganı caydıracak olan kararlı direnme ve milli savunmadır. Milli Güvenlik Bilgisi Derslerinin yeniden düzenlenmesini bu yönde atılmış bir adım olarak değerlendiriyoruz.” (Aydınlık, 4 Şubat 1980)

“Partimiz bir bildiriyle yetinmemiş, Milli Güvenlik Derslerini hedef alan kampanyayı kararlılıkla göğüslemiştir.

“Orduya yönelen saldırılara bir cevap olmak üzere, Aydınlık gazetesi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren’den özel bir demeç alarak, yayınlamıştır. Aydınlık’ın 28 Mart 1980 günlü sayısının manşeti şöyledir:

“Türkiye Hitler Almanyası olmadığı gibi, Silahlı Kuvvetleri ne militaristtir ne de faşist.”

“Genel Başkan da üst üste üç başyazı yazarak, orduyu hedef alan saldırıların ne anlama geldiğini açıklamıştır. (Aydınlık, 29 Şubat 1980, 3 Mart 1980, 4 Mart 1980)

“Orduyu parçalamak amacını güden bir parti, hiç ordunun daha fazla silahlanmasını ve modernleşmesini ister mi, hiç orduya yönelen saldırıları göğüsler mi?

“Partimiz, orduyu parçalamak bir yana, orduyu düşman ilan edenlerin adreslerini ortaya koymuştur:

“Orduyu düşman ilan eden ve orduyu parçalamak şiarını ileri sürenler… nesnel olarak Moskova’nın güçleriyle aynı cephede savaşmaktadırlar. Çünkü bugün Türkiye ordusunu parçalamak diye bir sorunu olan biricik ciddiye alınacak güç Sovyetler Birliği’dir. Diğerlerinin payına düşen ise, onun yedek gücü olmaktır.” (Doğu Perinçek, “Barikat”, Aydınlık gazetesi, 24 Temmuz 1980)

“Orduya düşmanlıkla her olayda mücadele ettik. Subaylara ve askerlere kurşun sıkılmasını her seferinde kınadık.” (35 klasörlük TİKP Dava Dosyasından derlediğimiz belgeler, Ankara Sıkıyönetim komutanlığı 2 No’lu Askeri Mahkemesi Başkanlığına sunulan savunma, s. 316-323)

Evet, yoldaşlar. İşte Bin Kalıplılar’ın yürek parçalayıcı bir sefaletini daha görmüş olduk.

Bu ahlâktan, namustan, insanlıktan yoksun Bin Kalıplılar güruhu, 1970’li yıllarda Kıvılcımlı Usta’ya “orducu”, “milliyetçi”, “darbeci” diye çirkefçe saldırıyordu, gördüğümüz gibi.

İşte ondan birkaç yıl sonra, kendileri buna 1979 yılı diyorlar, fırıldak gibi döndüler, taklambaç kuşlar gibi takla attılar, savundukları görüşün 180 derece karşıtına fırlayıp geçtiler. Gerçi, ne var bunda diyecek bazı arkadaşlar. Bunların günün moda terimiyle “fıtrat”ları bu değil mi? İşte doğalarının gereğini yapmış adamlar. Evet, doğru yoldaşlar. Bunlar görüş değiştirmeden, pervane gibi dönmeden, kalıptan kalıba geçmeden yaşayamazlar. Ömürleri de böyle geçer gider. Neylersiniz, bunlar da işte böyle bir canlı türü. Utanma yok, arlanma yok, ar namus yok, vicdan, merhamet yok. Robot gibi bir suret var sadece, karşınızda oynayıp duran.

İşte gördük faşist cuntanın askeri mahkemesinde bunların nasıl orducu olduğunu, Usta’ya karşı yönelttiği eleştiri adı altındaki demagojileri yalayıp yuttuğunu.

Bu alçaklar böyledir. Cunta mahkemelerinde meleşirler böyle. Ama halkın karşısına geçip biz bu haltların hepsini yedik, çok yanlış yapmışız, demezler asla. Onlara göre halk ahmak, keriz, hödük. Kandırılacak, kullanılacak zavallılar sürüsü. O bakımdan halkın karşısında bunlar “büyük devrimci lider”i oynarlar hep. Hiç yanılmamıştır onlar, hiç görüş değiştirmemiştir, hiç dönmemiştir fırıldak gibi. Her dönemde doğruları savunmuşlardır. Öyle satarlar kendilerini. Ahlâk, namus olmadıktan sonra söylerler her şeyi. Oynarlar her türlü aşağılık oyunu. Aynen burjuva politikacıları gibi halkı avlamak, kandırmak, böylelikle de ün, poz, koltuk, makam kapmaktır dertleri. Öyle olunca da Tayyipgiller gibi her türlü düzenbazlığı, kandırmacayı, aldatmacayı kolayca yaparlar. Yaptıklarından da zerrece rahatsız olmazlar.

Hep diyoruz ya; sol kulvardaki Tayyipgiller’dir bunlar. Tayyip ve şürekâsıdır, Süleyman Soylu’dur, Numan Kurtulmuş’tur, Savcı Sayan’dır…

Peki, Bin Kalıplılar bu geldikleri noktada kalmışlar mıdır?

Hayır. Eleştirimizin bundan önceki bölümlerinden olan Kürt Meselesi ile ilgili yazımızda gördüğümüz gibi, 1980’li yılların ikinci yarısından sonra, yeniden takla atacaklar ve Ordunun karşısında olacaklardır. Orada da gördüğümüz gibi; “Ordu orman yaktı”, “Cudi’de kimyasal silah kullandı”, “PKK ordulaşıyor: Doktor Baran, komando taburuna meydan okuyor: “Gelin buradayız” diyor. Karakol komutanı erzaklarını PKK ile paylaşıyor.”, “Gerillalar Onbaşı’yı dağa kaldırdı”, “PKK’lı diye öldürülen 30 köylü” ve benzeri manşetler atacaklardır, 2000’e Doğru adlı dergilerinin kapaklarında. Bin Kalıplı Şeyh ve avanesi benzer içerikli makaleler yazacak, haberler yapacaktır. Orada da söylediğimiz gibi, o yıllarda Bin Kalıplılar ve onların 2000’e Doğru, Yüzyıl gibi dergileri Odatv’nin deyişiyle “PKK’nin psikolojik savaş merkezi” gibi görev yapacaktır. Eee, PKK’ye bu kadar yanaşınca da elbette kaçınılmaz olarak Orduyu karşılarına alacaklardır, onu düşman ilan edeceklerdir…

Peki, geldiği bu noktada kalmış mıdır Bin Kalıplılar?

Hayır. Yine önceki yazılarımızda gördüğümüz gibi, 2000 yılının ortalarında yine takla atıp görüş değiştirmişler ve ulusalcı oynamaya başlamışlardır.

Bin Kalıplılar’ın Ordu konusunda bugün geldikleri yeri herhalde hepimiz biliyoruz artık. Ama biz yine de iki örnek verelim buna, hani gözlerde daha iyi canlanması bakımından:

“Şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye’nin milli ordusu olarak işlev görmektedir ve ağır basmıştır. Bunu anlamadan önümüzdeki gelişmeleri göremeyiz ve aynı zamanda da bölgede de bir tek güvenlik açısından güveneceğimiz silahlı güç vardır; o da Türk Silahlı Kuvvetleridir.” (Doğu Perinçek, Urfa Basın toplantısı, 6 Ekim 2014)

Ve bir örnek daha:

“Ha askerler… Tabiî ki Türk Ordusuyla yakın duracağım. Şunu görüyorum: Ben yarın Türkiye’yi yönetecek bir partinin genel başkanıyım. Türk Silahlı Kuvvetleri olmadan Türkiye’nin başındaki belaları def etmesi mümkün değil, kuvvetli bir ordu olmadan. Bugün Türkiye için en ucuz şey, ordusunu beslemektir, ordusunu kuvvetli tutmaktır. Türk Ordusunun alternatifi işgal ordusudur. Türk Ordusu yerine ikame edeceğiniz şey Amerikan Ordusudur. Bugün Türkiye’de ordulardan ordu beğen, iki tercihiniz vardır: Türk Ordusunu istemiyorsanız Tayyip Erdoğan gibi Amerikan Ordusunu getirmeye çalışırsınız. Bakın Tayyip Erdoğanlar o teskereyle ne yapmaya çalışmışlardır? Vatanımızın İskenderun’dan Hakkari’ye uzanan 600 km uzunluk, 100 km derinliğindeki toprağı 94 bin kişilik Amerikan Ordusuna işgal ettirmeye kalkmışlardır ama başaramamışlardır. Niçin Amerikan Ordusunu getirmek istemişlerdir? Türk Ordusunu yenmek için.” (Flash TV’de, Ali Atıf Bir’in sunduğu “Atıf Hocayla Türkiye’nin Seçimi” adlı programda Doğu Perinçek’in konuşmasından, 11 Nisan 2007, https://www.youtube.com/watch?v=oQvzGDdf5_4)

Bu satırları okudunuz, yoldaşlar. Şimdi bir de bu Bin Kalıplı’nın Kıvılcımlı Usta’ya eleştiri adı altında yönelttiği demagojik saldırının satırlarını gözünüzün önüne getirin. Birbirinin tam karşıtı, değil mi?

Burada bizim fazlaca bir yorumda bulunmamıza gerek kalmıyor, sanırız. Mesele apaçık ortada çünkü.

Ne yapmış bu insan sefaletleri?

Her zamanki yaptıklarını. Bir kalıptan çıkmışlar, başka bir kalıba girmişler.

Bir örnek daha verelim Bin Kalıplı’nın bugün orduyla ilgili olarak geldiği yerdeki durumuna ilişkin. Ki konu yani bunların nasıl kalıp değiştirdiği en cahil insanlarımız tarafından da kolayca görülsün, anlaşılsın:

“ORDU DÜŞMANLIĞI FIRSATÇILARI MİLLİ DEVLETİ YÖNETEMEZ

“Emperyalizmin güdümündeki kuvvetler, son Süleyman Şah Türbesi harekâtını ordu düşmanlığı için fırsat bildiler. İçlerinde en pervasız Devlet Bahçeli çıktı. Genelkurmay Başkanı’nı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedef alan sözleri, Türk milletinin duygularıyla ve değerleriyle çarpışıyor. MHP yönetimi bu tutumunu dün Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın ağzından devam ettirdi. Bu tavır, küresel merkezlerle ve Fethullah Gülen bağlantılarıyla açıklanabiliyor. Kemal Kılıçdaroğlu da Devlet Bahçeli gibi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı derinlerden gelen bir sorunu var. Her fırsatta açığa vuruyor.

“Evet, CHP ve MHP yönetimlerini burada anmak zorunda kaldım. Beni mecbur ettiler. Bu arkadaşlar, devlet yönetemezler ve Türkiye’yi bu karanlıklardan çıkartamazlar. Devlet yönetemeyecekleri için, AKP iktidarını yıkamazlar. Yıkabilmek için Millî Devleti yönetme yeteneği gerekir.

“AYDINLIK’IN DİK DURMA SORUMLULUĞU VAR

“Gelelim kendimize. Aydınlık, Devlet Bahçeli’nin Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’e devlet ve Türk terbiyesiyle bağdaşmayan sözlerle saldırısını dün “Bahçeli-Özel atışması” diye verdi. Bu başlık, Aydınlık gazetemizin TSK’ya yönelik kampanya karşısında dik durma sorumluluğuyla bağdaşmıyor.

“Milletimiz ile ordu arasındaki bağları sağlamlaştırmak, güveni güçlendirmek, hele bugün yakıcı bir görevdir.

“Ordusuz millet ayak altında kalır, örneklerini tarihte aramaya gerek yok, çevremize bakarsak görürüz.

“Türkiye, ancak silahlı gücüyle göğüsleyebileceği tehditlerle karşı karşıyadır. Bunu önümüzdeki yakın gelecekte vatanını seven herkes anlayacaktır. Mesele, bugünden anlamak ve sağlam durmaktır.

SİPERDEKİ ADAMIZ

“Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, en başta Türk Ordusunun yaptırım gücüyle kazanacağız. Bu konuda Orduya güvenimizi sarsacak bir gelişme yok, tersine Türk Ordusu milletimizin güvenini güçlendiren bir konumdadır.

“İkincisi, terbiye ile terbiyesizlik arasında tarafsızlık olmaz! Hele o terbiyesizlik, Türk milletinin yaptırım gücünü hedef alıyorsa, cephede yer tutmak sorumluluğunu taşıyoruz.

“Vatan Partisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güveniyor.

“Bu güven, yalnız İstiklâl Savaşı geleneğine olan güven değildir, aynı zamanda son 25 yılın olgularından besleniyor.

“Belki de en önemlisi: Biz, olayları yorumlayan köşe yazarı veya gözlemci değiliz, savaşın içindeyiz, cephedeyiz. O nedenle ancak ve ancak siperden konuşabiliriz. Siperdeki adam, güven sarsmaz.

“Piyasaya sürülen psikolojik savaş malzemeleri, hurafeler, dedikodular karşısında kimsenin ayakları titremesin! Olur olmaz her durumda ayakları titreyenler savaş kazanamaz.

“Türk Ordusu, komuta kademesinden son neferine kadar Türk milletini mahcup etmeyecektir, buna eminiz.” (Doğu Perinçek, Aydınlık, 26 Şubat 2015)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, Bin Kalıplı bugünlerde kendisini öylesine ordu dostu olarak satıyor ki başyazarı olduğu kendi gazetesini bile orduyu savunmakta yeterince “dik dur”amamakla suçluyor.

Dedik ya yoldaşlar, 2000’den bu yana artık kendini ulusalcı diye pazarlıyor. O yıldan beri sömürdüğü alan ulusalcılık, Atatürkçülük, laik Cumhuriyet, Kemalizm gibi terim ve kavramlardır. Bunlarla insan avlamaya çalışıyor.

Fakat şu noktayı da hiç gözden kaçırmayalım yoldaşlar: Bin Kalıplı herhangi bir toplumsal güce en yakın durduğu zamanda bile oynamalar, zikzaklar, gelgitler yapabilir. Hani amiyane bir deyim vardır ya; “kıçı ayrı oynar başı ayrı oynar”, diye. Bunlar da hep böyledir. Tüm siyasi çizgileri hep bu deyimin kapsamı içine girer.

Ne diyor yukarıda aktardığımız orduyu savunur pozisyondaki satırlarında? Yani bugün geldiği noktadaki orduya ilişkin konuşmalarında?

“Türk Silahlı Kuvvetleri, Amerika’nın hedef aldığı, operasyon yaptığı bir ordudur.” (Urfa konuşmasından)

Anlaşılmıştır yoldaşlar, burada Bin Kalıplı “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonunu kastetmektedir.

Peki o operasyon konusunda kendi deyişiyle başından sonuna “dik dur”abilmiş midir, Bin Kalıplı Şef ve avanesi?

Hayır. İşte kanıtı.

On yıllar boyunca PDA Avanesi içinde yer alıp birkaç yıl önce de onlarla yolunu ayıran yani o hareketten ayrılan eğitimci, “Öğretmen Dünyası Dergisi”nin de yöneticilerinden olan Zeki Sarıhan’ın istifa mektubunda bu konuya ilişkin söylediğine bakalım:

“Ergenekon tutuklamaları başladığında parti sözcüleri “Bu adamlarla bizim ne yakınlığımız olabilir ki, biz geçmişte bunlarla mücadele ettik” söyleminden “Bunların hepsi suçsuzdur” söylemine gelmiştir.”

Ne diyelim yoldaşlar. Yine her zamanki dediğimizi. Bunlar işte budur, deyip geçelim…

Bin Kalıplı Kalpazan, Türk Ordusu’na yol göstermeye de kalkar. “Türk Ordusu Kuşatmayı Nasıl Yaracak” adlı kitap da yayımlar. Buradan da bir iki aktarmayla örnek verelim.

“Türk Ordusu’nun Subayı, ya devrimcidir, ya da subay değildir.” (age, s. 244)

Öyle mi Hafız?

Peki neden Kıvılcımlı Usta’ya namussuzca, alçakça kalpazanca çirkefleşerek saldırdın yıllar boyu? Şimdi o namussuzluklarının unutulduğunu sanıyorsun, değil mi? Nasıl olsa o pisliklerimi yeni kuşaklar bilmez, diyorsun. Öyle san bakalım…

Bak gösterelim sana nasıl adice saldırdığını Usta’ya bir kez daha:

“Ordunun devrimciliği konusunda yayılan hayaller, halkın devrimci gücüne güvenmek yerine, burjuva kurumlarına bel bağlamayı savunuyor. İlkel sosyalist toplumun gelenek ve göreneklerinin hakim sınıfların devleti içinde hâlâ yaşadığı teorileri ise, buna bilimsel kılıf vazifesi görmektedir. Oysa minarenin kılıfla gizlenecek tarafı yoktur. Bunu milyonlarca emekçi sınıf mücadelesi içinde görüyor.” (Doğu Perinçek, Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı: Şubat 1975 s. 47)

O gün öyle dersin, bugün böyle, değil mi? Tıpkı şimdiki kankan ABD Uşağı Süleyman Demirel’in dediği gibi “Dün dündür, bugün de bugün”.

Senin de Demireller’den Tayyipgiller’den zerrece farkın yok. Ahlaksızsın, düzenbazsın, fırıldaksın onlar gibi. İşin gücün halk avcılığı, halk aldatmacalığı…

Yine şöyle der, aynı kitabının bir yerinde:

“Türkiye’de eskiden herkes, generallerle, subaylarla görüşmekten mutluluk duyar, iftihar eder, bunu çevresine anlatırdı haklı olarak.” (age, s. 254)

Peki parti hırsızı kalpazan; bu “herkes” içinde sen ve avanen de var mı?

Bir düşün, belleğini bir yokla bakalım. Yutkunuyorsun, değil mi? Dilini yuttun. Kalemin, parmakların oynamaz oldu.

Hatırlatalım bak bir kez daha sana, eskiden Türk Ordusu hakkında ne düşündüğünü, neler dediğini. Gerçi tekrar tekrar hatırlattık ama, gariban müritlerin de iyice anlayabilsinler, tanıyabilsinler seni, diye hatırlatalım:

“Ordunun devrimciliği tezleri, kişiyi burjuvazi ile işbirliğine, sınıflar arası barışa götürür. Ordunun ne olduğunun doğru olarak tespiti ise, bizi işçi-köylü yığınlarıyla daha sağlam bağlar kurma yolunda ilerletir. Sınıf mücadelesinde iki yol var: Hakim sınıflarla uzlaşmak, ya da tek güveneceğimiz güç olan devrimci halk yığınlarını örgütlemek. Birincisi burjuva yoludur, ikincisi proletarya.” (Doğu Perinçek, Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı: Şubat 1975 s. 48)

“Ordu, ‘İşçi ve emekçi sınıflarla burjuvazi arasındaki’ mücadelede ‘tarafsız’ olabilir mi? Böyle bir ordunun, sadece ‘yurt savunmasıyla ilgilenmesi’ ne demektir?

“Bu soruların cevabını, ezilen halk yüzyıllardır edindiği tecrübeyle çok iyi biliyor. İşçi sınıfımız 15-16 Haziran mücadelesinde ve onu izleyen Sıkıyönetim döneminde, gerçeği bir kere daha gördü. Sendika hürriyeti ve grev hakkını ortadan kaldıran baskı kanunlarına karşı mücadele eden işçiler, hangi güçle baskı altına alındı? İşçi sınıfımız fabrikalarda silah zoruyla çalıştırılmadı mı? Bugün, işçi sınıfı mücadelesini bastırmak için özel komando birlikleri eğitilmektedir. Yıllardır jandarma dipçiği altında ezilen köylüler de artı meseleyi biliyor. En son, toprak ve hürriyet için mücadele bayrağını kaldıran Turanlar ve Kayabaşı köylülerinin üzerine jandarma gönderildi. Özel yetiştirilmiş komando birlikleri, emperyalizme bağımlı devletin baskı gücü olarak, Doğu bölgesinde halka her türlü zulmü yapmaktadır.” (age, s. 53)

İşte eskiden sen ve avanen bunları diyordun, Ordu hakkında. Gördün mü Hafız? Aynaya bak bir iyice.

Demek ki neymiş?

“Türkiye’de eskiden herkes, generallerle, subaylarla görüşmekten mutluluk duyar, iftihar eder, bunu çevresine anlatırdı haklı olarak.” değilmiş.

Sen ve avanen o “herkes”in içinde değilmişsiniz. Gördün mü? Sana soru sormak aslında anlamsız. PDA Avanesine de. Çünkü sizler insanlığı bitirmişsiniz, Tayyipgiller gibi, Pensilvanyalı İblis’in tarikatı gibi ve benzerleri gibi…

Biz en iyisi senin yeni avlamaya çalıştığın gençlere seslenelim. İşte parti sandığınız, önder sandığınız hareketin ve kişilerin gerçek yüzü budur. Bunlar birer pervanedir. Görün bunları!..

Hikmet Kıvılcımlı’nın Türk Ordusu Konusundaki Tezi

Yoldaşlar, konu Ordu olunca Usta’mızın Ordu üzerine olan tezine değinmeden geçmek eksiklik olacaktı. O bakımdan, Usta’nın bu konuda ne dediğini kendi ağzından ve kaleminden görmemiz gerekir.

Fakat, öncelikle de Marks ve Lenin Usta’ların bu konuda dediklerine bakalım.

Bin Kalıplı 1969’dan 2000’e kadar Sevrci cephede oynamıştır. Bugün bizim Sevrci Soytarı Sahte Sol diye adlandırdığımız grupların bir anlamda öncülüğünü, yapmıştır, kart babasıdır. Onları yetiştirmiş olmasına rağmen boynuzun kulağı geçişi gibi onlar da bunu geçmişlerdir. Üstelik de bu, Bin Kalıp değiştirdiği için onların arasında da kendilerinden olmasına rağmen hiçbir güvenilirliği ve saygınlığı kalmamıştır. Öyle olunca; bu durumu değerlendirmiş, madem bize burada ekmek yok, biz de bari kulvar değiştirelim, mahalle değiştirelim, diyerek ulusalcı cepheye atlamıştır. 2000’den bu yana da bu cepheyi kirletmekle meşguldür. Diyoruz ya; girdiği her yeri kirletir, pisletir, rezilleştirir. müritleştirdiği her insanı da ruhen dirhem dirhem çürütüp bitirir, kendine benzetir, insanlıktan çıkarır.

Bizim bunun yetiştirdiği çömezlerine karşı yani Sevrci Soytarı Sahte Sol’a karşı eleştirilerimiz olmuştu. Onlar da bizi orduculukla, darbecilikle suçladıkları için onlara da hak ettikleri cevabı vermiştik zamanında. Tabiî bizim eleştirilerimiz aynı zamanda eleştirdiğimiz konunun doğru değerlendirilmesini de ortaya koyar. Yani sadece eleştirmekle kalmaz, doğru anlayışın ne olduğunu da gösterir. Devrimci eleştiri de zaten böyle olmak durumundadır. Şimdi onlara karşı 2007’de yazmış olduğumuz eleştiriden Ordu Meselesi’nin devrimci olarak nasıl ele alınması gerektiğini gösteren bölümü aktaralım:

“1848 Devrimi’ni takip eden yıllarda Fransa’da yoğun sınıf mücadeleleri, sınıflar arasında altüstlükler olmuştur. Marks Usta, bu sınıf savaşlarını ayrıntılı biçimde anlatır, tahlil eder, “Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850” ya da “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850” adıyla Türkçeye çevrilen, yayımlanan ünlü eserinde.

“Usta, 1850’de yayımladığı bu eserinde olayların bundan sonraki bölümünü değerlendirdiği, 1852’de yayımladığı “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı eserinde ve 1871’de yayımladığı, Proletarya Diktatörlüğü’nün Tarihteki ilk örneği olan ünlü “Paris Komünü”nü değerlendirdiği “Fransa’da İç Savaş” adlı eserinde, sınıf savaşlarının, devrimlerin, karşıdevrimlerin Diyalektik Maddeci mantık ve metotla nasıl değerlendirileceğinin dâhiyane örneklerini verir.

“Tarihin çok hızlı ve yoğun aktığı, 1848-1871 sürecini Marksist Tarih anlayışı açısından tahlil eden bu üç anıt eser, aslında tek bir bütünün farklı bölümlerini inceler, değerlendirir. Proletarya devrimcileri için her zaman gözönünde bulundurulması gereken dersler çıkarır.

“İşte bu önemli eserlerin ilki olan “Fransa’da Sınıf Savaşımları”nda, Usta, Fransa’daki devrimci dalganın, devrimci yükselişin, kitlelerin devrim yönünde harekete geçişinin ve ölümüne bir mücadeleye girişinin orduyu bile etkilediğini söyler. Daha doğrusu olayı görür ve gösterir. Şöyle der:

“Orduya bile devrim ateşi, devrim heyecanı bulaşmıştı.” (age, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Şubat 1976, s. 104)

“Hükümet işe koyuldu. 1850 yılı Şubat ayının başında, özgürlük ağaçları kesilerek halk kışkırtıldı. (Özgürlük ağaçları dikmek Fransız Devrimi’ne kadar uzanır. Bu gelenek 1830 Temmuz ve 1848 Şubat Devrimi günlerinde yeniden tazelenir-canlanır, güncelleşir. – Kurtuluş Yolu) Bu boşa gitti. Özgürlük ağaçları yerlerinden edilince, şaşkına dönen, gerileyen ve kendi kışkırtması sonunda kendi korkuya kapılan hükümet oldu. Ama Ulusal Meclis Bonaparte’ın bu acemice başına buyruk olma girişimini buz gibi bir güvensizlikle karşıladı. Temmuz Anıtı’ndan, ölümsüzlerin çelenklerinin aşırılması daha fazla bir başarı sağlamadı. (24 Şubat günü, Devrimin yıldönümünde, halk, Temmuz dikili taşının kaidesini, parmaklıklarını ve özgürlük uğruna ölenlerin mezarlarını çiçeklerle ve çelenklerle süslemişti. Onların arkasından polis bunları kaldırdı, bu da halkta büyük bir öfke fırtınasına yol açtı. Eserin açıklayıcı notu, s. 222) Ordunun bir bölümüne devrimci gösteriler yapma fırsatını ve Ulusal Meclise de kabineye az çok kılık değiştirmiş bir güvensizlik oyu verme bahanesini sağladı.” (age, s. 143)

“Görüldüğü gibi, devrimci kavgada hayatını kaybedenlerin anılarına yapılan bir saygısızlık, “ordunun bir bölümüne devrimci gösteriler yapma fırsatını ver”iyor. Yani Ordunun bir bölümü, bu saygısızlığı, anılara yapılan bu saldırıyı, “devrimci gösteriler yap”arak protesto ediyor.

“Marks Usta’dan son bir aktarma daha yapalım:

“Tamamıyla işçilerin etkisi altında bulunan Seçim Komitesi, eşyanın mevcut durumuna karşı genel öfkeyi artırmaktan başka bir şey yapmayan hükümetin kışkırtmalarının kendisine engel olmasına meydan vermeksizin Paris için üç aday gösterdi: Deflotte, Vidal ve Carnot. Deflotte, Bonaparte’ın halkın sevgisini kazanma nöbetlerinden birinde aftan yararlanmış bir Haziran sürgünü idi, Blanqui’nin bir dostu idi ve 15 Mayıs hareketine katılmıştı; “Zenginliklerin Üleştirilmesi Üzerine” adlı kitabı ile bir komünist yazar olarak tanınan Vidal, Louis Blanc’ın, Luxembourg Komisyonu’nda eski sekreteri idi; Carnot, zaferi örgütlendiren bir Konvansiyon üyesinin oğlu idi, National’in partisi üyelerinin en az yıpranmışıydı, Geçici Hükümet’te ve Yürütme Komisyonu’nda Eğitim Bakanı olmuştu, Carnot’nun halk eğitimi konusunda demokratik yasa tasarısı, cizvitlerin eğitim yasasına karşı canlı bir protesto niteliğindeydi. Bu üç adam, üç müttefik sınıfı temsil ediyorlardı: başta bir Haziran isyancısı olan devrimci proletaryanın temsilcisi; onun yanında sosyalist küçükburjuvazinin temsilcisi bir doktriner sosyalist; üçüncüsü ise demokratik formülleri uzun zamandan beri gerçek anlamlarını yitirmiş bulunan ve düzen partisine karşı sosyalist bir anlam kazanmakta olan cumhuriyetçi burjuva partisinin temsilcisi. Bu, tıpkı Şubat’taki gibi, burjuvaziye karşı ve hükümete karşı genel bir güçbirliği idi. Ama bu kez proletarya devrimci birliğin başındaydı.

“Bütün çabalara karşın, sosyalist adaylar başarıya ulaştılar. Ordu bile kendi Savaş Bakanı Lahitte’e karşı Haziran isyancısına oy verdi. Düzen partisi yıldırım çarpmışa döndü. Taşra illeri seçimleri de onu avutamadı, bu seçimlerin sonuçları Montagnard’ın çoğunluğunu sağladı.

“10 Mart 1850 seçimi, 1848 Haziranı’nın geri çekilmesi idi. Haziran isyancılarını kılıçtan geçirenler ve sürgüne gönderenler Ulusal Meclis’e yeniden girdiler, ama Haziran sürgünlerinin peşisıra ve dudaklarında onların ilkeleri olmak üzere süngüsü düşük girdiler. 10 Mart seçimi, 13 Haziran 1849’un gerilemesi idi: Ulusal Meclisin sürgün ettiği Montagne, yeniden Ulusal Meclis’e giriyordu, ama artık devrimin lideri olarak değil de, önden giden borazancısı olarak giriyordu. Bu seçim, 10 Aralığın geri çekilmesi idi: Napoléon, bakanı Lahitte’le başarısızlığa uğramıştı. Fransa’nın parlamento tarihinde buna benzer yalnız bir tek olay vardı: 1830’da Charles X’un bakanı Haussy’nin başarısızlığı. 10 Mart 1850 seçimi, son olarak, çoğunluğu düzen partisine veren 13 Mayıs seçiminin hükümsüz kılınması, bozulması idi. 10 Mart seçimi, 13 Mayıs’ın çoğunluğunu protesto ediyordu. 10 Mart bir devrimdi. Oy pusulalarının gerisinde kaldırım taşları vardı.

“Düzen partisinin en ileri gelen üyelerinden biri olan Ségur d’Aguesseau, “10 Mart oylaması savaş demektir” diye haykırmıştı.” (age, s. 143-145)

“Usta’mızın, insanlığı kurtuluşa götürecek biricik Teori olan Marksizmin iki kurucusundan biri olan Dâhi’nin, netçe gördüğü ve gösterdiği gibi toplumda oluşan Devrimci fırtınalar, tüm halk kesimleri gibi Orduyu da etkiliyor, ona devrimci heyecanlar verebiliyor, devrimci tavırlar ortaya koymasına yol açabiliyor.

“Şimdi de emperyalizm ve Proletarya Devrimleri çağının Marksizmi olan Leninizmi kuran-yaratan Usta’dan-Lenin’den görelim, Ordu Meselesi’ne nasıl yaklaşılması gerektiğini. Lenin, Rus Devrimi’nin birinci aşamasının sonunu belirleyen 1905 Devrimi sonrasında, yenilgiyle sonuçlanan o Devrimi değerlendirirken Ordu Meselesi’ne de girer. Daha doğrusu şu dersleri çıkarır. Hatırlanacağı gibi, bu devrimin derslerinden yararlanılarak, o derslerin rehberliğinde, 1917 Büyük Ekim Devrimi zaferle sonuçlandırılabilmişti.

“Bu devrimin önemini iyice belirtmek için, Lenin’in aktarma yapacağımız yazılarının yer aldığı eserinin “açıklayıcı notlar”ından şu satırları okuyalım:

“Aralık Ayaklanması: Moskova işçilerinin 1905’te otokrasiye karşı giriştiği ayaklanma. İşçiler Moskova Sosyal-Demokratları (Bolşevikler) önderliğinde Çarlık askerlerine karşı dokuz gün barikatlarda kahramanca çarpıştılar. Hükümet ayaklanmayı ancak St. Petersburg’tan yeni birliklerin gelmesiyle bastırabildi; ayaklanma merhametsizce bastırıldı: İşçi mahalleleri kana boğuldu ve şehirdeki ve banliyölerdeki binlerce işçi katledildi.” (Moskova Ayaklanmasının Dersleri, Kitle İçinde Parti Çalışması, Ser Yayınları, Birinci Baskı, Ocak 1971, s. 31)

“Böylesine önemli bir devrim hareketiydi 1905 Moskova Ayaklanması. Şimdi Lenin Usta’nın bu ayaklanmadan çıkardığı derslerden konumuzla ilgili olanını görelim:

“Proletarya, mücadelesinin objektif koşullarındaki değişikliği ve grevden bir ayaklanmaya geçişin gereğini liderlerinden daha çabuk anladı. Her zaman olduğu gibi, pratik teoriyi geçti. Barışçı bir grev ve gösteriler bir anda işçileri tatmin etmez oldu; sordular: Bundan sonra ne yapılmalıdır? Ve daha kararlı eylemler talep ettiler. Barikatlar kurulması talimatı, semtlere çok geç, şehrin merkezinde barikatlar kurulduktan sonra, ulaştı. İşçiler büyük sayılarla işe koyuldular. Fakat bu bile onları tatmin etmedi; bilmek istiyorlardı: Bundan sonra ne yapılmalıdır? Aktif tedbirler talep ettiler. Aralık ayında, biz, Sosyal-Demokratik proletarya liderleri, tıpkı birliklerini, birçoğunun muharebede aktif rol almasına meydan vermeyecek şekilde düşüncesizce yayan bir başkumandana benziyorduk. İşçi kitleleri, kararlı kitle eylemine girişmek için gerekli talimatı istediler, fakat bu talimatı alamadılar.

“Bu nedenle, Plekhanov’un, bütün oportünistlerin dört elle sarıldıkları, grevin zamansız olduğu ve başlatılmaması gerektiği ve “silâha sarılmamaları gerekti” görüşlerinden daha kısa görüşlü bir şey olamazdı. Tam tersine, daha kararlı, enerjik ve saldırgan bir şekilde silâha sarılmalıydık; kitlelere şeyleri barışçı bir grevle sınırlamanın imkânsız olduğunu ve korkusuz, amansız bir silâhlı çatışma gerektiğini izah etmeliydik. Hiç değilse şimdi açıkça ve alenen itiraf etmeliyiz ki politik grevler yetersizdir; kitleler içinde silâhlı bir ayaklanma lehine en geniş ajitasyonu yürütmeli ve bunu “hazırlık aşamaları” konuşmalarıyla veya herhangi bir şekilde muğlâklaştırmamalıyız. Biz eğer yaklaşan devrimci eylemin acil görevi olarak, kanlı, dehşet verici bir imha savaşının gerekliliğini kitlelerden saklarsak, hem kendimizi hem de halkı kandırmış oluruz.

“Bunlar, Aralık olaylarının ilk dersleri. Diğer bir ders, ayaklanmanın niteliği, yönetim metodu ve askerleri halkın tarafına geçmeye sevkeden koşullarla ilgilidir. Partimizin sağ kanadında, bu ikinci mesele üzerinde fevkalâde tarafgir bir görüş hâkimdir. Modern askerî birliklerle çarpışmanın imkânsız olduğu; bu birliklerin devrimci olmaları gerektiği iddia edilmektedir. Şüphesiz devrim bir kitle karakteri kazanmadıkça ve askerî birlikleri etkilemedikçe ciddi bir mücadeleden söz edilemez. Askerî birlikler arasında çalışmamız gerektiğini söylemeye bile gerek yoktur. Fakat onların bir hamlede, ikna etmenin veya kendiliklerinden inanmalarının sonucu olarak, bizim tarafa geçeceklerini hayal etmemeliyiz. Moskova Ayaklanması, bu görüşün ne kadar klişeleşmiş ve ölü bir görüş olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Aslında askerî birliklerin tereddüt göstermesi, ki bu her gerçek halk hareketi içinde kaçınılmaz bir olaydır, devrimci mücadelenin şiddetlendiği her zaman askerî birlikler için gerçek bir mücadeleye yol açar. Moskova Ayaklanması, devrim ve gericilik arasında bocalayan askerî birlikler için, kanlı ve çılgın bir mücadelenin mükemmel bir örneği olmuştur. Bizzat Dubasov, Moskova Garnizonunu teşkil eden on beş bin kişi içerisinde sadece beş bin kişinin güvenilebilir olduğunu beyan etmiştir. Hükümet, kararsızlara çok çeşitli ve korkunç yollarla engel oldu: Onlara ricada bulundular, övdüler, rüşvet verdiler, kol saatleri, paralar vs. hediye ettiler, votkayla uyuşturdular, yalan söylediler, tehdit ettiler, barakalara hapsedip silâhlarını aldılar ve en az güvenilir olduklarından şüphelenilenleri ise ihanet ve şiddet kullanarak tasfiye ettiler. Bu durumda hükümetten çok geri kaldığımızı, açıkça ve çekinmeden itiraf etmek cesaretini göstermeliyiz. Biz kararsız askerî birlikler için hükümetin giriştiği ve kazandığı böyle saldırgan, verimli, cesur ve aktif bir çarpışmada emrimize amade güçlerden faydalanmayı başaramadık. Ordu içinde çalışmalar yaptık ve gelecekte bu çalışmaları, askerî birlikleri ideolojik olarak “tarafımıza kazanmak” için iki misline çıkartacağız. Fakat ayaklanma sırasında, askerî birlikler için maddî bir mücadelenin zorunluluğunu unutacak olursak sefil bilgiçler durumuna düşeriz.

“Aralık ayında, Moskova proletaryası bize askerî birlikleri ideolojik olarak “saflarımıza kazanmak” konusunda muhteşem dersler verdi. Örneğin, 8 Aralık’ta Strastnaya Meydanı’nda kalabalık Kazak’ları çevirdi, onlarla kardeşçe kaynaşıp onları geri dönmeye ikna etti. Veya, 10 Aralık’ta Presnya Mahallesi’nde on bin kişilik bir halk kitlesi önünde ellerinde kızıl bir bayrak taşıyan iki işçi kız Kazak’ları “öldürün bizi bayrağı ölmeden teslim etmeyeceğiz!” diye haykırarak karşıladığı zaman, Kazak’lar şaşkınlığa uğramış, kalabalıktan gelen “Yaşasın Kazak’lar” bağırışları arasında dört nala oradan uzaklaşmıştı. Bu cesaret ve kahramanlık örnekleri proletaryanın hafızasında ebediyete kadar derin izler olarak kalmalıdır.

“Şimdi de, bizim hükümetten nasıl geride olduğumuzu gösteren örnekler verelim. 9 Aralık’ta askerler devrimcilere katılmak üzere Marseillaise’i söyleyerek Bolshaya Serpukhovskaya Caddesi’nden aşağı yürüyorlardı. İşçiler onları karşılamak için delegeler gönderdi. Malakhov’un bizzat kendisi onlara doğru tehlikeli bir şekilde at sürdü. İşçiler çok geç kalmıştı, Malakhov daha önce ulaştı. Malakhov askeri kararsızlığa düşüren çok heyecanlı bir konuşma yaptı, askerleri ağır süvariler kuşattı, barakalara gönderdi ve orada hapsetti. İki gün içinde yüz elli bin kişinin çağırımız üzerine ayaklanmasına rağmen askerlere önce biz değil Malakhov ulaştı, oysa bunlar devriye kolları olarak örgütlenebilirlerdi ve örgütlenmeliydiler. Malakhov askerleri ağır süvari birlikleri ile kuşattı, oysa biz Malakhov’u bomba atıcıları ile çevirmedik. Bunu yapabilirdik ve yapmalıydık; ve çok önce Sosyal-Demokratik basın (Eski Iskra) bir ayaklanma sırasında sivil ve askerî şefleri insafsızca imha etmenin görevimiz olduğuna işaret etmişti. Bolshaya Serpukhovskaya Caddesi’nde olanlar, ana çizgileri ile Nesvizhskiye Barakalarında ve Krutitskiye Barakalarında da tekrarlandı ve yine işçiler Ekaterinoslav Alayı’nı “geri çekmeye” giriştikleri zaman ve Alexandrov’daki istihkâmcılara delegeler gönderildiği zaman ve Rostov topçu birliği Moskova yolundan geri döndürüldüğü zaman ve Kolomna’daki istihkâmcıların silâhsızlandırıldıkları zaman ve benzeri olaylarda [da aynı şeyler olmuştur]. Ayaklanma sırasında biz tereddüt gösteren askerî birlikler için yaptığımız mücadelede yeterli olmadığımızı ispat ettik.

“Aralık ayı olayları, Marks’ın oportünistlerin unuttuğu bir diğer temel önerisini daha, yani devrimin bir sanat olduğunu ve bu sanatın başlıca kuralının korkunç cesur ve geri dönmeyecek derecede kararlı bir taarruz olduğunu doğrulamıştır. Biz bu gerçeği yeteri derecede hazmedemedik. Biz bu sanatı, her ne pahasına olursa olsun saldırmak kuralını, ne kendimiz hakkıyla öğrendik ne de kitlelere öğrettik. Bu eksikliği gidermek için var gücümüzle çalışmalıyız. Politik sloganlar sorununda taraf tutmak yeterli değildir; silâhlı bir ayaklanma sorununda da taraf tutmak zorunludur. Buna karşı olanlar, buna hazırlanmayanlar, gözünün yaşına bakılmaksızın devrim taraftarları saflarından atılmalı, devrimin düşmanları olan hainler ve korkaklar paçavraları arasına gönderilmelidirler; çünkü, mücadelenin koşulları ve olayların zorlaması karşısında düşmanla dostu bu kurala göre ayırt etmeye mecbur olacağımız gün yaklaşmaktadır. Tavsiye edeceğimiz şey, pasiflik, askerî birliklerin “tarafımıza geçmesi” gerçekleşinceye kadar “beklemek” değildir. Hayır! Biz cesur, bir taarruz ve silâhlı bir saldırının gereğini, böyle zamanlarda düşmanın kumanda mevkiinde olanların imhasının ve kararsızlık içindeki askerler için enerjik bir mücadelenin gereğini damlardan haykırmalıyız.” (agy, s. 34-38)

“O halde gelin, bir taraftan Rus Devrimi’nin büyük günlerinin derslerini iyice öğrenirken, öte yandan çalışmamızı daha yaygın bir şekilde geliştirelim ve görevlerimizi daha cesur bir şekilde belirleyelim. Bugünkü dönüm noktasında çalışmamızın temeli, sınıf çıkarlarının ve ulusun gelişiminin doğru bir tahminine dayanmaktadır. Proletaryanın, köylülüğün ve ordunun gittikçe artan bir kesimini, Çarlık rejimini devirmek ve devrimci bir hükümet tarafından bir Kurucu Meclis toplamak sloganı altında toparlıyoruz ve toparlamaya devam edeceğiz. Buraya kadar çalışmamızın temeli ve özü kitlelerin politik anlayışını geliştirmektir. Fakat unutmayalım ki, bu genel, sabit ve temel göreve ek olarak, Rusya’nın bugün içinde bulunduğu günler, başka, özel ve ayrı görevleri de zorunlu kılar. Bilgiçlik taslamayalım ve filisten olmayalım, her zaman ve her koşul altında değişmeden kalan, sürekli görevlerimize saçma atıflarda bulunarak, mücadelenin belirli biçimlerine özgü bu görevlerden kaçmayalım.

“Büyük bir kitle hareketinin yaklaşmakta olduğunu unutmayalım. Bu silâhlı bir ayaklanma olacaktır. Bu, mümkün olduğu kadar ani olmalıdır. Kitleler, silâhlı, kanlı ve müthiş bir mücadeleye girmekte olduklarını bilmelidirler. Kitleler, ölümü küçümsemeyi yaygın bir biçimde benimserlerse zafer kesinleşecektir. Düşman üzerine büyük hırsla saldırılmalı; kitlelerin sloganı, savunma değil saldırı olmalıdır; görevleri düşmanın insafsızca imhası olmalıdır; mücadelenin örgütlenişi hareketli ve esnek olacaktır; askerler arasındaki kararsız unsurların aktif katılmaları sağlanacaktır. Ve bu önemli mücadelede sınıf bilincine varmış proletaryanın partisi ödevini tam yapmalıdır.” (age, s. 41-42)

“Marks ve Lenin Ustalardan yaptığımız aktarmaları uzun tuttuk. İstedik ki, Ustalar, hangi olayları nasıl değerlendiriyor iyice görülsün ve anlaşılsın…

“Devrimciliği ciddiye alan ve aklına, mantığına saygı duyan, güvenen her arkadaş Ustaların bu değerlendirmelerini, her türlü önyargıdan uzak olarak tekrar tekrar okumalı ve meseleye Marksizm-Leninizm açısından nasıl bakılması, yaklaşılması gerektiğini kavramalıdır.

“Lenin diyor ki; “Şüphesiz devrim bir kitle karakteri kazanamadıkça ve askeri birlikleri etkilemedikçe ciddi bir mücadeleden söz edilemez. Askeri birlikler arasında çalışmamız gerektiğini söylemeye bile gerek yoktur.”

“Ordu içinde çalışmalar yaptık ve gelecekte bu çalışmaları, askeri birlikleri ideolojik olarak “tarafımıza kazanmak” için iki misline çıkartacağız. Fakat ayaklanma sırasında askeri birlikler için maddi bir mücadelenin zorunluluğunu unutacak olursak sefil bilgiçler durumuna düşeriz.

“Aralık ayında, Moskova proletaryası bize askeri birlikleri ideolojik olarak “saflarımıza kazanmak” konusunda muhteşem dersler verdi.”

“Proletaryanın, köylülüğün ve ordunun gittikçe artan bir kesimini, Çarlık rejimini devirmek ve devrimci bir hükümet tarafından bir Kurucu Meclis toplamak sloganı altında toparlıyoruz ve toparlamaya devam edeceğiz.”

“Dikkat edelim, Lenin’in 1905’te, demir disiplinli “Bolşevik Partisi” gibi bir partisi var. Ve bu parti, İşçi Sınıfıyla, köylü kitleleriyle, “ordunun gittikçe artan bir kesimiyle” sıkı, yaygın bağlar kurmuş bir partidir. Proletaryayı genel siyasî grevden silahlı ayaklanmaya sevk eden bir partidir. Ve silahlı ayaklanmayı, 9 gün boyunca Çar ordusu karşısında, çarpışarak sürdürebilen bir partidir. Böylesine müthiş bir güce sahip olunmasına rağmen, Lenin bunu yetersiz buluyor. Çünkü yenildik, diyor. Yenilgiden dersler çıkarıyor: “Çalışmaları askeri birlikleri ideolojik olarak “tarafımıza kazanmak” için iki misline çıkartacağız” diyor.

“Devrimin bir sanat olduğunu ve bu sanatın başlıca kuralının korkunç cesur ve geri dönmeyecek derecede kararlı bir taarruz olduğu” şeklindeki Marks’ın önermesini göze batırıyor. “Aralık ayı olayları” bu altın kuralı doğrulamıştır, diyor.

“Biz bu gerçeği yeteri kadar hazmedemedik. (…) Bu eksikliği gidermek için var gücümüzle çalışmalıyız” diyor. Ve daha başka önemli dersler çıkarıyor Moskova Ayaklanması’ndan.

“O derslerin işaret ettiği şekilde çalışarak da 1917 Büyük Ekim Devrimi’ni gerçekleştiriyor, Parti. Tabiî Lenin’in önderliğinde…

“Bu şanlı Devrimin ilk işaretini de Çar’ın Petersburg’daki Kışlık Saray’ını topa tutarak, Aurora Zırhlısı veriyor. Yani askerlerin bir bölümü Devrimin ön safında yer alıyor… Usta’nın dediği-olmasını istediği gerçekleşmiş oluyor. Demek ki, eksiklik giderilmiş. Parti, Usta’nın dediğini yapmış.

“1917 Şubat Devrimi’nin zaferiyle de “Sovyetler” kurulmaya başlanıyor. Sovyetler de bildiğimiz gibi İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri’nden oluşuyor.

“Ekim Devrimi’nin zaferiyle birlikte de bu Sovyetler, Parti’nin önderliğinde Proletarya Diktatörlüğü’nü uyguluyor. Sovyetler’in doruğuyla Parti’nin doruğu birleşiyor. Proletarya Diktatörlüğü’nü bu birleşik merkez yönetiyor.

“Demek ki, dünyanın en gerici, zorba ordularından olan Çar Ordusu bile parçalanıyor ve bir bölümü devrimci saflara katılıyor, devrimcileşiyor…

“Bundan sonraki bütün Proletarya Devrimlerinde de benzer parçalanma yaşanıyor. Zaten başka türlüsü de olamazdı. Çünkü askerler de-ordu da Halkın bir parçasıdır. Halkın diğer kesimlerinin devrimcileşmesi, kaçınılmazca Orduyu oluşturan halk çocuklarını da etkilemiştir. Bundan sonra da etkileyecektir.

“Marksizm-Leninizmin Ordu Meselesi’ne bakışı-yaklaşımı-bu meseleyi ele alışı-çözümleyişi-değerlendirmesi böyledir.

“Biz de Marksist-Leninistiz. Bunu, Sevrci Sahte Soytarı Sol’un bileşenleri gibi laf olsun diye iddia etmiyoruz, söylemiyoruz… Gerçek anlamda Marksist-Leninist teoriye inandığımız için, o teoriyi benimsediğimiz için söylüyoruz… O zaman, biz bu teorinin, Ordu Meselesi’ne yaklaşımını-bakışını da baz almak durumundayız. Yoksa, Leninistliğimiz sahte olur. Lafta kalır.

“Bizse hep söylediğimiz gibi sahici devrimciyiz. Sahici Leninistiz…” (Kurtuluş Yolu, Sevrci Sahte Sol’un Paçavra Bileşeni “Atılım” ve Ordu Meselesi (I), Sayı 30, 18 Ekim 2007)

“Türkiye’de Ordu Gençliği’nin devrimci geleneği

“Ekim Devrimi ve onu takip eden bütün devrimlerde, burjuva devletinin emrindeki ordu parçalanmış ve bunlardan biri devrime katılmıştır. Devrimcilerin safına geçmiştir. Her gerçek devrim askeri birliklerde bu bölünmeye yol açar. Bu kaçınılmazdır. Yeter ki devrim kitle karakteri kazansın. Halkı etkilesin ve saflarında ordulaştırsın. İşte o zaman askerî birlikler içinde de bir tereddüt ve bunun arkasından bir parçalanma mutlaka olur.

“Kaldı ki Türk Ordusu hemen tümüyle Halk çocuklarından oluşmaktadır. Fransız Ordusu gibi, subay kadrosu burjuva çocuklarından, İngiliz Ordusu gibi soylulardan oluşmamaktadır.

“Sivil Gençliğimizin nasıl çok önemli bir bölümü devrimcileşebiliyorsa, Ordu Gençliği’nin de bir bölümü devrimcileşebilir. Belki sivil gençlik oranında olmaz bu devrimcileşme. Ama bir bölümü mutlaka devrimcileşir. Ordu da Halkın bir parçasıdır. Fakat Halkın, içine en zor nüfuz edilebilen parçasıdır. Bu nedenle, Ordu Gençliği’ni ideolojik olarak kazanmak için aktif bir mücadele yürütmeliyiz.

“Ordu, devrime de gidebilir, faşizme de. Tabiî biz, Ordunun devrime giden tarafını tutmalıyız. Bu taraf, Ordu Gençliği’dir. Generaller, Ordunun burjuvalaşmış kesimini temsil ederler. Parababaları tarafından kolay elde edilirler. Tabiî bu kesim içinden de ilerici unsurlar çıkabilir. Ama az çıkar. Ordu Gençliği’yse, Ordunun Halka yakın olan yönünü oluşturur. Biz devrimciler işte bu yönü-tarafı tutmalı ve onu ideolojik olarak kazanmalıyız. Marksist-Leninist Devrim Öğretisi bunu emreder.

“Kaldı ki bizim Ordu, Osmanlı’nın ilk kuruluş günlerinden gelen bir devrimci geleneğe sahiptir (Tabiî Ordu Gençliği).

“Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Kuvayimilliye’de, 27 Mayıs’ta ve 28 Şubat’ta bu gelenek kendini ortaya koymuştur, ispatlamıştır. Tabiî olayları, olduğu gibi görebilenler için… Akıl ve Diyalektik Mantık sahipleri için…

Türkiye’de Ordu Gençliği’nin devrimci geleneğinin Lenin tarafından görülüşü

“1908 Meşrutiyet Hareketi, bir devrim midir?

“Evet. Bir burjuva devrimidir. Halk Devrimi değildir. Ama devrimdir, burjuva devrimi de olsa…

“Yine Usta’yı izleyelim:

“Örnek olarak 20’nci Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor- ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de “halk” devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve politik taleplerle, aktif, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler. Buna karşılık, 1905-1907 Rus burjuva devrimi, Portekiz ve Türk devrimlerinin, zaman zaman kazandıkları kadar “parlak” başarılar kazanmış olmaksızın, söz götürmez bir biçimde “gerçek bir halk” devrimi oldu. Çünkü halk yığınları, halk çoğunluğu, halkın baskı ve sömürü altında bunalmış en derin “aşağı” toplumsal tabakaları, kendiliklerinden ayaklanmış ve devrimin bütün gidişi üzerinde, kendi isteklerinin, yıkılmakta olan eski toplum yerine kendi gönüllerince yeni bir toplum kurma girişimlerinin izini bırakmışlardır.” (Lenin, Devlet ve İhtilâl, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 53)

“Peki 1908 Türk Devrimi’ni kim yapmıştır?

“Sivil ve asker Jön Türkler. Yani sivil ve asker gençlik. Yine Usta’ya bakalım:

“Türkiye’de Jön Türklerin başını çektiği hareket, orduda başarı sağlamıştır. Gerçi bu yarım bir zaferdir, hatta o bile değildir. Çünkü Türkiye’nin II. Nikolası (II. Abdülhamid kastedilmektedir. – Kurtuluş Yolu) ünlü Türk anayasasını yürürlüğe koyma vaadiyle şimdilik durumu kurtarmıştır. Ne var ki bir devrimde böyle yarım zaferler, eski rejimin vermek zorunda kaldığı bu gibi acele ödünler, iç savaşın daha geniş halk yığınlarını harekete katan yeni ve çok daha kesin, çok daha sert dalgalanmaların en sağlam güvencesidir.” (Lenin, 23 Temmuz (5 Ağustos) 1908 “Dünya Siyasetinde Patlayıcı Maddeler”, Lenin Stalin Mao’nun Türkiye Yazıları, Kaynak Yayınları, s. 62-63)

“Aynı burjuva devrimcileri, bildiğimiz gibi bir yıl sonra, 1909’da, 2. Abdülhamid’i tahtından indirirler. Ve Meşrutiyet Düzenini kurarlar. Böylece de devrimlerine yeni bir halka daha eklerler.

“Birinci Kuvayimilliye’ye bakalım. Nedir bunun sınıfsal ve siyasal karakteri?

“Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok doğru görür ve değerlendirir

“Bunu hem Lenin hem de 17 Temmuz’la 1 Eylül 1928 arasında Moskova’da toplanan Komintern’in 6. Kongresi’nde kabul edilen Komintern Programı çok net olarak ortaya koyar:

“Ocak 1920: Türkiye’de burjuva-milli devrimi; (…) ile birlikte milletlerarası devrim zincirinin halkaları, kapitalizmin derin kargaşalığa yol açan genel bunalımını meydana getiren unsurlardır.”

“Şimdi de Lenin’in bu hareketi nasıl değerlendirdiğini görelim. Bunun için, Sovyetler Birliği’nin ilk Ankara elçisi S. İ. Aralov’un hatıralarından bir bölüm aktarmamız yetecektir. S. İ. Aralov bu bölümde, Ankara’ya hareket etmeden önce Lenin’in kendisini çağırarak, görüşmelerinde, ona söylediklerini anlatır:

“Vladimir İlyiç yerinden kalktı, masasının arkasından çıktı, Çiçerin’le dostça selamlaştı, hal, hatır sordu. Sorgu dolu gözlerle bana baktı, elimi sıktı, cesaretlendirici sıcak bir bakışla ve sempati okunan bir gülümseyişle:

“- Demek böyle, azizim, dedi, savaşı bitirdiniz. Diplomat oldunuz, ala! Kılıcı sapan haline getirdiniz! İyi ve gerekli bir iş. Lütfen oturunuz. 17’nci Ordu’yu hatırlıyorum, hatırlıyorum. Ordunuz fena dövüşmedi. Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, milli kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için merkez komitesi, askerlik işlerini bilen birisi olarak, sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı, gerek Doğu Halkları gerek biz emperyalist kuvvetlere karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği emperyalistlerle olan işini bitirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.

“Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok iyi biliyordu:

“- Mustafa Kemal Paşa, tabiî ki sosyalist değildir, diyordu Lenin. Ama görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı… Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılâbımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk Halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk Halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız… İngiltere onların üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı… Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bugünlerde Ukrayna Cumhuriyeti adına Ankara’ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır.

“- Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk Halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır.” (S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, s. 46-47)

“Çok açık biçimde söylendiği gibi Birinci Kuvayimilliye Hareketi, Burjuvazinin (Anadolu Burjuvazisinin) önderliğinde verilen bir antiemperyalist milli kurtuluş hareketidir. Aynı zamanda da bir “milli burjuva ihtilali”dir.

“O zaman Anadolu burjuvazisi o kadar zayıf ve ufuksuzdu ki, kendi ihtilalini, kendi içinden çıkan bir temsilciyle yönetemiyordu.

“Ordu Gençliği’nin bir Paşa’sının, devriminin başına geçmesine rıza göstermek zorunda kalıyordu. Mustafa Kemal o zaman 38 yaşındaydı. Yani Ordu Gençliği’ni ve onun Tarihinden gelen Devrimci Geleneklerini temsil ediyordu. O geleneklerin gücüyle, İstanbul Hükümetine ve Padişaha başkaldırıyor, antiemperyalist burjuva ulusal kurtuluş hareketine katılıyordu. Tabiî Ordu Gençliği’nin diğer temsilcileri olan silah arkadaşları da…

“İşçi Sınıfımız, o tarihlerde, Anadolu’da son derece cılız ve örgütsüz. Burjuvaziyse, İşçi Sınıfımıza göre daha deneyimli ve örgütlü. O yüzden İşçi Sınıfımızı etkisizleştirerek, harekete damgasını vuruyor, yani sınıf karakterini harekete benimsetiyor. Anadolu’da “Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri” biçiminde örgütlenen ve Ulusal Kurtuluş Hareketine, daha doğrusu savaşına sınıf karakterini veren burjuvazidir.

“Bu antiemperyalist Kurtuluş Savaşını kimler yapmıştır?

“Türkiye Halkı, onun bir parçası olan Ordu Gençliği ve Anadolu Burjuvazisi. Modern bir sınıf olduğu ve örgütlü bulunduğu için Harekete karakterini yansıtmış ve zaferin tüm kazanımlarını tekeline almıştır, burjuvazi.

“Şimdi de 27 Mayıs Hareketine bakalım.

“Bu nedir?

“Politik bir Devrimdir.

“Ordu Gençliği ve aydın sivil gençlik elele vererek bu devrimi yapmıştır. Vurucu Güç rolünü Ordu Gençliği oynamıştır.

“Peki yıktıkları iktidarın sınıf karakteri neydi?

“Özbeöz Finans-Kapital iktidarıdır. Asker ve Sivil Gençliğimiz bu zalim, hain Finans-Kapital iktidarını bir gecede ve tek vuruşta alaşağı ediyor.

“Ama kendisi Küçükburjuva sınıftan gelme bu gençliğimizin. Oysa 20’nci Yüzyılda ancak iki modern sınıftan biri iktidar olabilir ve orada kalabilir. Bunlar da burjuvazi ve İşçi Sınıfıdır. Çünkü egemen üretim yordamı (biçimi) içinde sadece bu iki sınıf dolaysızca rol oynar, bu düzende. O nedenle de iktidar bunlardan birinin elinde olabilir ancak. Tabiî İşçi Sınıfı iktidara gelince sömürüye son verir ve sömürücü sınıf olan burjuvaziye tahakküm uygular. Baskı altına alır onu. Karşıdevrim hevesini kırmak için…

“27 Mayısçılar, bütün iyi niyetlerine, yurtsever ve halkseverliklerine rağmen, iki modern sınıftan birine dahil olmadıkları için iktidarı ellerinde tutamadılar. Tutamazlardı da. Ellerinde, iktidara gelince uygulayacakları bir programları bile yoktu. Onlar yalnızca yıkmakla her şeyin düzeleceğini, toplumsal kötülüklerin son bulacağını sanıyorlardı. Bu derece saf, bu derece çocuktular. Tabiî çok da iyi niyetliydiler.

“İşçi Sınıfımız yine örgütsüzdü. Devrimcileri, gücüyle yani örgütlü gücüyle etkileyemedi.

“Finans-Kapitalistlerse dişlerinden tırnaklarına kadar örgütlüydüler. Kendileri gibi asalak ve vicdansız bir sömürücü sınıf olan Antika Tefeci-Bezirgân Sermayeyle de tam anlamıyla kaynaşıktılar. Onu yedeklerine almışlardı. Üstelik uluslararası Parababalarıyla da ortaklaşmıştılar. Bütün bu sebeplerden dolayı devrimden hemen sonra yine iktidarı ellerine geçirdiler. Sadece birkaç kurban verdiler o kadar.

“Fakat 27 Mayıs tümden de etkisiz olmadı. Toplumda sömürünün önüne önce bent çekecek (devrimci mücadelenin yan ürünü olan reformlar yoluyla sınırlamalar getirecek) ve sonunda da onu sömürülen sınıfla birlikte tümden ortadan kaldıracak olan Sosyalizmi serbest bıraktı. O güne dek sosyalistlere hiç soluk aldırılmamıştı. Sosyalistler hep zindanda tutulmuştu. Bu şartlar altında da yaygınlaşamamış, kitleselleşememişti. 27 Mayıs’tan sonra düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller bir ölçüde de olsa kaldırıldı. Demokrasi kırıntıları biçimindeki bu kısmî-sınırlı özgürlük ortamında, sosyalizm; çalışan ve ezilen halk kitleleri, aydın gençliğimiz ve eğitim emekçileri başta gelmek üzere kamu emekçileri içinde hızla yayıldı. Güçlü bir sosyalist kuşak ve sosyalist kültür oluştu. Marksizmin klasikleri Türkçeye çevrildi ve kitlelerce okunmaya başlandı.

“Bu gelişmeden korkuya kapılan ABD ve benzeri Batılı emperyalist devletlerle yerli Parababaları hemen CIA’nın aşağılık, iğrenç, insanlık dışı Kontrgerilla yöntemlerini Türkiye’de de uygulamaya başladılar. Faşist milis örgütü MHP’yi-Ülkü Ocaklarını kurdurdular. İmam Hatip okullarının sayısını pıtrak gibi artırdılar. Kur’an Kursları ve Tarikatları da olanca güçleriyle destekleyerek güçlendirdiler, yaygınlaştırdılar. Devrimci Hareketin yükselişinin önünü bu faşist ve Ortaçağcı güçlerle tıkamaya çalıştılar. Sonra da sosyalistlerin ve sosyalist kültürün bütünüyle kökünü kazımak için art arda iki faşist darbe yaptırdılar: 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleridir bunlar. 27 Mayıs’ın, Anayasası başta olmak üzere, halka az da olsa soluk aldıran bütün halktan yana yasalarını ortadan kaldırdılar. Faşist 1982 Anayasası ve aynı doğrultuda-aynı amaçla hazırlanan Sendikalar Yasasını getirdiler. Bu faşist düzenlemeleri yeni Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu, Terörle Mücadele Yasası, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasası gibi faşist yasalar izledi. Sonunda 27 Mayıs’ın getirdiği olumlu her şeyi hemen hemen götürmüş oldular.

“28 Şubat da kendine göre bir ileri harekettir. Bir politik devrim olamasa bile, ileri, demokratik yönde atılmış bir adımdır. Ortaçağcı-Şeriatçı toplum düzenine gidişi bir süreliğine de olsa durdurabilmiştir. Hiç unutmayalım ki laiklik gitti miydi toplum Ortaçağa gidiverir bir anda. Bir Afganistan, bir Suudi Arabistan, bir İran oluverir. Laikliğin olmadığı yerde de demokrasiden asla söz edilemez…

“Demokrasinin olmadığı yerde-toplum düzeninde laiklik olabilir. Fakat tersi olamaz: Laiklik yoksa demokrasi de insan hakları da yoktur.

“Bu bakımdan Laiklik, demokratik bir toplum düzeni için hayati öneme haizdir. Laikliği de Halk Demokrasisi gibi öncelikle biz gerçek devrimciler savunmalıyız. Bizim öncelikli görevlerimiz arasındadır. Bunu yine Lenin Usta söylüyor:

“Ama, okulu, ayrı ayrı ligalar içinde örgütlenmiş bulunan uluslar arasında bölüştürmek üzere devletin elinden almak, demokrasi bakımından ve hele proletarya açısından zararlı bir tedbirdir. Bu, ancak ulusların ayrı özelliklerinin sağlamlaşması sonucunu doğurur, oysa biz, ulusları birbirine yaklaştırma yolunda çaba harcamalıyız. Böyle bir tedbir, şovenliğin gelişmesi sonucunu verir, oysa biz, bütün ulusların işçilerinin en sıkı birliğine doğru, her türlü şovenizme karşı, her türlü ulusal tekelciliğe karşı, her türlü burjuva milliyetçiliğine karşı yürümek zorundayız. Bütün milliyetlerden gelme işçilerin eğitim politikası birdir: anadilin özgürlüğü, demokratik ve laik okul.” (İtalikler Lenin’e aittir.) (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, İkinci Baskı, s. 140)

“Bizim yamuk sol, başka türlü adlandırırsak sözde sol bu gerçeği bilmez. Ortaçağcı hareketlerle ittifaklar peşinde koşar. Ortaçağcıların örgütlediği “Türban eylemleri”nde onların yanında yer alır.

“Ortaçağcı, sahte insan hakları örgütüyle-”Mazlum-Der”le ve yine şeriatçı yazarçizer takımıyla ortak bildiriler yayımlar. Bu utanç verici bir alçalmadır. Bunun devrimcilikle ve demokratlıkla zerrece ilgisi yoktur.

“Bu Ortaçağcı taife, 28 Şubat’tan sonra bizim sözde-uyurgezer solla ittifak arayışı içine girmiştir. Ondan önce soldan bilinçlice ve kararlıca uzak duruyorlardı. Hiç unutmayalım 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta 35 aydını-demokratı tam da kendilerine uygun bir usulle katleden bu canavarlardır. O masum insanlar, o gencecik demokratlar ateşler içinde yanarken, bu insan sefaleti alçaklar Madımak Oteli’nin önünde hayvani çığlıklar, sevinç naraları atıyorlardı. Bunların ellerindeki kanı, okyanusların bütün suları yıkayıp temizleyemez. Bunların ellerini sıkan herkesin de eline kan bulaşır…

“Yine hiç unutmayalım: Hiçbir yapma din laik olamaz. O dine tam anlamıyla inanan da. Dinlerin özüyle çelişir bu. Bu dinler, hayatın-toplumun ve kişinin her alanını düzenlerler. Düzenlemek isterler. Sanattan, hukuktan, felsefeden, ekonomiye kadar, her alanı dogmalarla (tartışılmaz Tanrı buyruklarıyla) kesin biçimde belirlerler. Ona inanan o buyruklara da uymak ve onları toplumda hatta dünyada egemen kılmak ister. İstemezse zaten dini bütün-gerçek dindar sayılmaz.

“Peki Batılı ülkeler laikliği nasıl uyguluyor, uygulayabiliyor? Biz de onlarınki gibi bir laikliği uygulayamaz mıyız?

“Kesinlikle hayır, uygulayamayız. Şundan:

“Dini siyasi ideoloji olarak benimseyen sınıf, Tarihin ilk egemen sınıfı olan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır. O asalak-vurguncu sınıf Ortaçağda kayıtsız şartsız egemendi. Şimdiyse Modern Finans-Kapitalin uydusu durumundadır. Yağmadan aslan payını da elbette ki Finans-Kapital almaktadır. Bu yüzden şimdiki durumdan memnun olmakla birlikte, hep tek başına iktidar olduğu eski günlerin özlemi içindedir. İmkân-fırsat bulursa toplumu o günlere götürmekte hiç tereddüt geçirmez. Bulamazsa mevcut duruma katlanır. Bu Antika sömürgen sınıf, bizim gibi Şark toplumlarında bütün yırtıcı dişleri ve tırnaklarıyla yaşamaktadır, varlığını sürdürmektedir. Çünkü bizde burjuva devrimi 20’nci Yüzyılda yapılmıştır. Yani burjuvazinin dünya genelinde tüm olumlu özelliklerini yitirdiği, tekelci aşamaya geldiği bir dönemde yapılmıştır. O yüzden, mesela Türkiye’de 1923’te iktidara gelen Anadolu burjuvazisi 25’te artık, yani iki yıl içinde kesin biçimde tekelci Finans-Kapital aşamasına gelmiştir. Bir avuç olduğu için de hemen Tefeci-Bezirgân Sermayeyle ittifaka girmiştir. Zaten Batılı emperyalistler de onu buna yönlendirmiştir. Çünkü, Usta’nın (Lenin’in) dediği gibi Emperyalistler, talan etmek için bir geri ülkeye girdi miydi oradaki en gerici sınıf ve zümrelerle ittifaka girerler. Çünkü amaçları birdir: sömürü-çapul-vurgun. O yüzden de hemencecik koklaşıp anlaşırlar.

“Batıdaysa Burjuva devrimleri 14’üncü Yüzyılın sonlarından itibaren başlamıştır. Yani burjuvazinin dünya çapında devrimci-ilerici, olumlu özellikleri de barındırdığı çağında yapılmıştır oralarda burjuva devrimleri. Burjuvazinin o dönemine, “Serbest Rekabetçi Dönem” diyoruz biz. Daha doğrusu bilim.

“İşte bu sebepten de oralarda iktidara gelen burjuvazi, Tefeci-Bezirgân Sınıfını yani Derebeyliği tümden tasfiye etmiştir. Zaten bu Antika sınıf Batı’da, Şark toplumlarında olduğu kadar köklü ve yaygın da değildi. Bu sebepten Batı’da, burjuva devrimleri önce başladı ve tamamlandı. Mesela, Osmanlı her geçen gün derebeyleşmenin batağına giderken, Batı kapitalizme geçti. Bu yüzden Osmanlı günbegün geriledi ve çöktü…

“Burjuva sınıfı özünde dindar değildir. Onun dindarlığı, İşçi Sınıfını kandırmaya ve uyutmaya yöneliktir. Bu bakımdan Batı burjuvazisi Hıristiyanlığı ciddiye almaz. Oralarda Hıristiyanlığı ciddiye alıp, siyasi ideoloji olarak benimseyecek ve kullanacak bir Tefeci-Bezirgân Sınıfı da yoktur. İşte bu yüzden Batı’da siyasal dincilik ve teokratik düzen özlemciliği, kitle tabanı bulamaz. Bir avuç fanatiğin dışında kimse tarafından ciddiye alınmaz. Laiklikse Batı toplumlarında geniş kitleler tarafından iyice benimsenmiştir.

“Fakat bizde, yukarıda anlattığımız gibi tam tersi bir durum, bir toplum gerçekliği vardır.

“Bu farkı göremeyen zavallılar, bizde de Batı’dakine benzer bir laiklik olabilir sanıyorlar. Bu onların cehaletinden kaynaklanmaktadır.

“Bizde, Demokratik Halk Devrimiyle, Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı ve Finans-Kapital zümresi tasfiye edilinceye kadar bu durum sürecektir. Ortaçağcılık-Şeriat düzeni özlemciliği (Siyasal İslamcılık) tehlikesi hep varlığını koruyacaktır. Demokratik Halk Devriminin zaferi bu asalak sömürgen-vurguncu, vatan ve halk düşmanı sınıflarla birlikte, Ortaçağcılık tehlikesini de ortadan kaldıracaktır.

“İşte bütün bu sebeplerden dolayı 28 Şubat Hareketi, olumlu bir iş yapmıştır, ilerici bir harekettir.

“Türkiye’nin hiçbir meselesini doğru dürüst göremeyen, kavrayamayan bu sözde sol akım tabiî 28 Şubat’ı da kavrayamayacaktır. 27 Mayıs Politik Devrimi’ni de…

“Bu olumlu, ilerici hareketleri, sırf bu hareketlerde Ordu Gençliği Vurucu Güç oldu diye karalayacaktır. Bunları, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle karıştıracaktır, aynı kefeye koyacaktır. Ve karşı çıkacaktır… Geçelim…

“Demek ki, Türkiye’nin Tarihindeki bütün devrimlerde Ordu Gençliği hep ön safta, Vurucu Güç olarak yerini almıştır.

“Şimdi böyle bir gerçekliği var bu ülkenin. Biz de bu ülkenin devrimcileriyiz ve burada devrim yapacağız. Bu gerçekliği görmeyecek miyiz? Yahut da, “varsa var bize ne” mi, diyeceğiz? Böyle yaparsak bizim Bilimcil Sosyalistliğimiz nerede kalır?

“Unutmayalım, Bilimcil Sosyalizmin, bir adı da Tarihçil Materyalizmdir. Maddeci açıdan yani hiçbir doğaüstü güç işe karıştırmadan Tarihi etüt etmektir. Olayları neden sonuç ilişkileri içinde inceleyerek gerçek sebeplerini bulmak, sonra da bundan sonra toplumun ne yönde, hangi sosyal güçler tarafından, nasıl geliştirileceğini öngörmektir. İşte bu anlamda, bilimin görevi önceden görmektir.

“Öyleyse Türkiye’nin bu olgusunu da olduğu gibi, gerçeklikte nasılsa öylece görmek ve onu değerlendirmektir devrimcilerin görevi. Yani yapmakla görevli olduğumuz devrimde bu gerçeklikten yararlanabilir miyiz diye, düşünmektir.

“Bugüne kadarki, bütün devrimlerde ön safta, vurucu güç olmuş, Ordu Gençliği, bizim devrimimizde de neden yer almasın?

“Kaldı ki, başta Büyük Ekim Devrimi olmak üzere her sosyalist devrimde eski düzenin Orduları parçalanmış, bir bölümü devrim safında yer almıştır. İşte 1905-1907 Rus Devrimi’nde olanı Usta anlatıyor. Potemkin zırhlısı nedir? Kimlerdir orada Çara karşı başkaldıranlar? 1917 Ekim Devrimi’nde Çar’ın Kışlık Sarayı’nı topa tutarak Devrimin fitilini ateşleyen kimdir? Aurora Zırhlısı…

“Çar Ordusu bile bölünür ve bir bölümü devrimcileşirken, bizim Ordu’nun bir bölümü, devrim safında neden yer almasın?

“Kaldı ki, bizim Ordunun, Osmanlı’nın ilk kuruluş günlerinden gelme bir de devrimci geleneği vardır… Osmanlı’yı Orta Barbar dediğimiz, İlkel Sosyalist Toplumdan gelme insanlar kurmuştur çünkü. Dolayısıyla da İlkel Sosyalist Toplumdan kalma gelenekler üzerine kurulmuştur Osmanlı. Tabiî kurulduğu andan itibaren de o gelenekler aşınmaya-yıpranmaya-erimeye başlamıştır. Zaten, o gelenekler sayesinde Osmanlı Üç Kıta’ya yayılan koca bir imparatorluk olabilmiştir. Tabiî her Antika medeniyet gibi sonunda o da derebeyleşmiş ve çökmüştür. Fakat gelenekler yüzyıllarca yaşar. Bugün de tümüyle yok olmamıştır. Ordu Gençliği’nin ve Sivil Gençliğimizin Vatanı ve milleti korumak için, hiçbir menfaat gözetmeden, ölümü göze alarak öne atılması ve devrimlerde ön safta yer alması işte bu gelenekler sayesindedir.

“İşçi Sınıfı Bilimini ve Tarihimizi olması gerektiği gibi bilmeyen, bu sözde sol gruplar, metafizik mantıklarına, cehaletlerine bakmadan, bir de kalkıyorlar, bizi darbecilikle-cuntacılıkla, milliyetçilikle suçluyorlar. A soytarı sen devrimciliğin alfabesinden başka neyini bilirsin? Senin bildiğin yalnızca alfabe. Alfabeyle siyaset yapılmaz. Devrimci siyaset hiç yapılmaz. Devrimcilik, Yüksek Matematik gerektirir. Ya da Marks Usta’nın dediği gibi GÜZELSANAT’tır devrim. Onu da ancak gerçek devrimciler-Marksist-Leninistler yapabilir.

“Sense, Aristoteles’in Metafizik Mantığıyla iş gören kafan ve eşeklerle yarışan cehaletinle, ancak Kazmalık yapabilirsin.

“Ordu düşmanlığı, bu sözde sol grupları, Türkiye düşmanlığına sürüklemiştir. Bunlar Tarihimize düşmandırlar. Ulusal değerlere düşmandırlar. Vatana düşmandırlar.

“Sınıf esasına dayanan siyaset yoktur bunlarda. Emperyalizme (ABD ve AB Emperyalizmine) karşı olmak, düşman olmak, onlarla savaşmak yoktur. Bunların başdüşmanı MGK’dir. Özellikle de Ordudur… Sadece Ordu karşıtlığı üzerine bir politika yürütmektedir bunlar. Bu politikanın da tabiî devrimcilikle bir ilgisi yoktur. Bunlar ara sıra ABD ve AB’ye karşı olduklarını söyler ve yazarlar. Ama bu karşıtlık sadece sözdedir, özde değil. Örnekleyelim:

“Tarih 2006’nın Mart’ı, yer Bursa’dır.

“Fransa’da, Parababalarınca çıkartılmak istenen “İlk İş Yasası”na karşı ayaklanan öğrenci ve işçi gençliğin ağırlıkta olduğu halk eylemlerine destek vermek amacıyla, ortaklaşa yapılacak bir eylem planlanmaktadır. Biz taşınacak ortak pankarta, “Fransa’dan Türkiye’ye AB Emperyalizmini Püskürteceğiz” sloganının yazılmasını öneriyoruz. Diğer sol gruplar, “AB Emperyalizmi” ibaresinin geçmesine yazılmasına karşı çıkıyorlar. Sebebini soruyoruz. “Halk anlamaz” diyorlar.

“Arkadaşımız acı acı gülüyor… Ve Lenin bu meseleyi 1917’de çözmüştür. Halk neden anlamasın diyor. Fakat diğerleri inatçıdır. Kabule yanaşmazlar.

“Tartışmalardan sonra ortak pankartın altına şu slogan yazılıyor: “Fransa’dan Türkiye’ye AB Yasalarını Püskürteceğiz”.

“Biz de ortaklaşa eylemden kopmamak için bu pankartın altına imza atıyoruz. Fakat taşıdığımız kendi dövizlerimize; “Fransa’dan Türkiye’ye AB Emperyalizmini Yok Edeceğiz!” sloganını yazıyoruz.

“Bu eylemde ayrıştığımız, yani “AB Emperyalizmi” ibaresinin yazılmasına karşı çıkan gruplar şunlardır: ESP, HÖC, Partizan, Kızıl Bayrak, Alınteri, BATİS, BEK. (KÖZ)

“İstanbul’da da kaleme aldıkları bildirilere, “ABD ve AB Emperyalizmi” sözleri bizim önerimiz üzerine yazılıyor. Tabiî altına bizim de imza atacağımız, ortaklaşa eylemler için hazırlanan bildirilerdir söz konusu olan… Bizden utanıp sıkıldıkları için, itiraz edemiyorlar bu sözlerin bildiriye girmesine. Kendi gönüllerinden böyle bir şey geçmiyor oysa. Tabiî böyle olunca da kalemlerine dolanmıyor bu ibare.

“Bir örnek daha verelim:

“Üç ay kadar önceydi. Rauf Denktaş’ın, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusuna, konuşmak için geleceği öğrenilmiştir. SGD (ESP), Öğrenci Koordinasyonu, AGD (HÖC), Ekim Gençliği (Kızıl Bayrak) gruplarına mensup arkadaşlar, R. Denktaş’ı protesto etme kararı alırlar. Biz bu karara katılmayız. Biz, Denktaş’ı protesto etmeyiz, deriz. Bu tartışmalar sırasında bir ESP’li arkadaş aynen şöyle der: “Kıbrıs’tan bize ne?” Evet, onların anlayışı budur. Çünkü onlar Yurtsever değildir. Fakat ABD ve AB Emperyalistleri, bunlar gibi uykudagezer değildir. Onlar, “Kıbrıs’tan bize ne?” demiyorlar. Tam tersine Kıbrıs’ı, Türkiye’den tümüyle kopararak hegemonyalarına almak istiyorlar. Kıbrıs’ı, bir batmayan uçak gemisi gibi kullanmak istiyorlar. Askeri üslerle doldurarak… Böylece de hem Ortadoğu Halklarını buradan gerektiğinde kolayca vurmak, hem bölgedeki bekçi köpekleri İsrail’i iyice koruyup kollamak istiyorlar. Ama emperyalistlerin bu hesaplarını-planlarını, görüp anlayacak kafa mı var bizim küçükburjuva gruplarımızda.

“Bu sözde solcu küçükburjuva gruplar, gelmişimize, geçmişimize saldırmayı hatta, sövmeyi, ulusal değerlerden yoksunluğu marifet hatta solculuğun gereği sayıyorlar. Bunların çoğuna göre, biz antiemperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı vermedik. Olan yalnızca Türk Yunan savaşıymış. Bunların bazısına göre de Mustafa Kemal, İngiliz ajanıymış… Zırvalamayı bu noktaya kadar götürüyorlar. İnsanda biraz, akıl-mantık ve dürüstlük olmalı. Savunulan şeyin gerçeklerle uyuşup uyuşmadığını dikkate almalı insan. Yoksa, savrulur gider… Ne aydın namusu kalır ne devrimci namus…

“İngilizlerin, Mustafa Kemal’e ve Kuvayimilliye’ye düşmanlığını ortaya koyan yığınla belge var ortada. Bir tekini olsun aktarmadan geçmeyelim:

“Amiral Sir F. Robeck’ten (Akdeniz’deki İngiliz donanma komutanı. – Kurtuluş Yolu) Lord Curzon’a:

“(…) Damat Ferit 7 Nisan’da bana geldi, millî hareketi bastırmak için her çeşit moral baskıyı kullanacağını söyledi. Millî harekete karşı organize edilen Anzavur, hükümetin elinde ilk silahtır. Anzavur Bandırma’yı istila etti. Hükümet onu Balıkesir valisi tayin etti ve ayrıca İngilizler’den de yardım istedi. Ben milliyetçileri ezmek için yeni hükümete her yardımı yapacağımı söyledim. 11 Nisan 1920.” (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde TÜRKİYE, s. 272)

“İngilizler’in Mustafa Kemal’e düşmanlığı Kuvayimilliye öncesinden başlar. Çünkü Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi sonrası, bulunduğu Suriye ve Filistin Cephesinde, komuta etmekte olduğu “Yıldırım Orduları”nın, İngilizler tarafından Mütareke şartlarına dayanılarak esir edilip Halep’e götürülmesine ve enterne edilmesine izin vermemiştir. İngiliz generalinin bu yöndeki talebini reddetmiştir. Bunun üzerine İtilaf Devletleri, İstanbul’daki teslimiyetçi yönetime baskı yaparak, “Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı”nı lağvettirmişlerdir.

“Mustafa Kemal’in Samsun’a gitmek üzere yola çıktığını öğrenince de telaşa kapılmışlardır. Mustafa Kemal’in, Padişahın verdiği emre bağlı kalmayarak, yurtseverce hareketlere girişebileceği endişesine ve telaşına kapılmışlardır. Tarihin gösterdiği gibi telaşlanmakta da haklı çıkmışlardır… Bu gerçekleri, Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, “Askeri ve Siyasi Belgeler” adlı kitabında anlatır. (Bakınız, agy, s. 274)

“Mustafa Kemal, Lenin’in de işaret ettiği gibi sosyalist değildir. Fakat antiemperyalisttir ve yurtseverdir. Milliyetçidir. Burjuva Ulusal Kurtuluş Hareketinin önderi-komutanıdır.

“Kemalizmin Mustafa Kemal’le bir ilgisi yoktur. Kemalizmi Anadolu burjuvazisi icat etmiştir, Mustafa Kemal’i tam olarak kendi safına çekebilmek için… Burjuvazi kendi sınıf çıkarlarını oluşturan programına Kemalizm adını vermiştir. Kemalizmin ne olduğunu Mustafa Kemal’in kendisi de bilmez.

“Mustafa Kemal, ömrünün zafere (1923’e) kadarki bölümünü cephelerde-savaş meydanlarında geçirmiş bir komutandır. Zaferden sonraysa, burjuvazi, O’nu Çankaya’ya hapsetmiştir. Burada Mustafa Kemal’i bir yığın vurguncu alçakla kuşatmıştır. Ve alkole olan zaafından insafsızca faydalanmıştır. O zaafını sömürmüştür. Sonunda da siroz ederek öldürmüştür Mustafa Kemal’i. Kendisine bakmakla yükümlü olan özel doktorlarına varıncaya kadar, satın alır burjuvazi.

“Mustafa Kemal sirozdur artık. Karaciğeri aşırı alkolden iflasa gitmektedir. Görevlerini yapamamaktadır. Malum, vücudun fabrikasıdır karaciğer. O fabrika artık çalışmaz hale gelmektedir. Bedeni kırmızı lekelerle dolmuştur. Sık sık burnu kanamaktadır. Doktor bakar; önemli değil, geçer der. Örnekleyelim, Falih Rıfkı’yı okuyalım:

“Bütün bunların sebebi, karaciğerini için için kemiren onulmaz bir illet olduğunu bilmiyorduk. Bu, önce hafıza zayıflamasından başlamıştı. Sonra sık sık burun kanamaları devri geldi. Daima yanında bulunan hekimlerinin (bunlardan biri Refik Saydam’dır. – Kurtuluş Yolu) neden bu âraza ve umumi çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit bir sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini doğrusu hâlâ anlayamıyorum. Burnu kanadıkça, biraz bakarız, geçer, derlerdi. Sonra kaşınmalar başladı. (…)

“(…)

“Atatürk kaşınmaya, hem de iğilerek bacaklarını kaşımaya dayanamıyordu.

“- Bu evde göze görünmez kırmızı böcekler varmış, diye tutturmuştu.

“Evde başka hiç kimse ve hiçbirimiz böyle bir rahatsızlık duymuyorduk. Fakat kendisini teselli etmek için aynı şüpheye düştüklerini söyleyenler de olurdu. Hatta bir seyahatte evin baştanbaşa en tesirli ilaçlarla temizlenmesini emretmişti.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 487-488)

“Mustafa Kemal, bu seyahatinde Yalova’daki çiftliğine gider. Ve orada da bir hekime görünür. O bölgenin sıradan hekimi, bakar bakmaz Mustafa Kemal’in siroz olduğunu ve bedenindeki kızarıklıkların ondan kaynaklandığını anlar ve söyler…

“Fakat artık iş işten geçmiş, yapacak pek bir şey kalmamıştır.

“Düşünün, Yalova’daki sıradan bir hekimin gördüğünü, Ankara’daki anlı şanlı, deve dişi gibi hekimler göremiyor, anlayamıyor. Bu inandırıcı olabilir mi?

“Çankaya Köşk’ünde akşam kurulan mükellef içki (daha doğrusu rakı) sofrası hemen hemen gün ağarıncaya kadar devam ediyor. Ve aynı durum her gün tekrarlanıyor. Bütün yurt sorunları sofrada konuşuluyor…

“Yine örnekleyelim:

“Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve ben Çankaya’daki eski köşkünün hemen her akşamki davetlilerinden idik. Devrimin heyecanlı ve şevkli günlerinde birçok defalar gün ağarırken evlerimize dönerdik. Atatürk istediği kadar uyumakta serbestti. Fakat biz gündüz de çalışmak zorunda idik. Her akşam değişen misafirlerden biz değişmeyenlere, kimseye haber vermeden erkence çıkabilmek müsaadesini vermesini istemiştik:

“- Doğru, dedi, siz gidin ama, arkanızdan çıkıştığımı işitirseniz ehemmiyet vermeyin. Çünkü herkes sizin gibi yaparsa ben kiminle oturayım?” (Falih Rıfkı Atay, agy, s. 486)

“Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı kitabında, bu trajediyi ve Mustafa Kemal’in sofra müdavimlerinin kalitesizliğini, iğrençliğini uzun uzun anlatır.

“Bu konuyu şöyle bağlayabiliriz: Kübalı devrimciler için Jose Marti neyse, Mustafa Kemal de bizim için odur. Biz bu anlamda Mustafa Kemal’e sahip çıkar, O’nu savunuruz… Devrimci tutumun da bu olduğuna inanıyoruz. Biz, Mustafa Kemal’in önderlik ederek zafere taşıdığı Ulusal Kurtuluşu mantıkî sonucuna götüreceğiz: Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız.

“Biz, Birinci Kuvayimilliye’de, insanlığın baş belâsı Batılı Emperyalistleri yendiğimiz için ulusal gurur duyuyoruz. Dünyada bu alçakların yenilebileceğini gösteren ilk ulus olduğumuz için gururlanıyoruz.

“Osmanlı atalarımız, taşıdıkları İlkel Komünal Toplum geleneklerinin gücüyle, İstanbul’u fethederek; çürümüş Bizans’ı (Doğu Roma İmparatorluğu’nu) ortadan kaldırdılar. İnsanlığın ilerlemesinin önünü açtılar. Bundan dolayı da gurur duyuyoruz. Kıvılcımlı Usta bunu şöyle koyar:

“Gerçekte İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir tesadüfle: “Açmak” anlamına gelir. İstanbul’un Fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, Tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının –Yalnız Müslümanlara, Yalnız Türklere değil- Tüm İnsanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak âdetti.

“Demek, İstanbul’un Fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı -hatta bir dereceye kadar, insan olarak görevli- sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden biridir.” (Fetih ve Medeniyet, s. 15-16)

“27 Mayıs Devrimcileri, sosyalizmi serbest bıraktılar. Çok sınırlı da olsa bir demokrasi ortamının oluşmasına yol açtılar. Devrimci kuşaklar yetişti bu ortamda. Devrimci kültür yaygınlaştı. Bundan da gurur duyuyoruz.

“İşçi Sınıfımız şanlı 15-16 Haziran Direnişi’ni yaptı. Bu da önemli bir gurur kaynağımızdır.

“Ömrünün 22 buçuk yılını Parababalarının zindanlarında geçiren, fakat bu zindanları komünist bir üniversiteye çevirmeyi başaran ve oradan bir kızıl profesör olarak mezun olan ve yine Parababalarının işkence odalarından her seferinde başı dik çıkarak, devrimci gururu ve onuru yükseklerde tutmayı başaran Hikmet Kıvılcımlı da elbette ki onur kaynağımızdır. Tabiî yıllarını zindanlarda geçiren diğer devrimci yoldaşlarımız da…

“Hep yenilgilerle de sonuçlanmış olsa büyük devrimci mücadeleler verdik, şehitler verdik. Hâlâ da vermekteyiz. Bu kavgalarımızla ve şehitlerimizle gurur duyuyoruz. Sonunda devrim de yapacağız. Parababaları iktidarını yıkacağız. Halk iktidarı kuracağız. Bunda kararlıyız. Kendimize, halkımıza ve ideolojimize güvenimiz tamdır.

“Gerçek devrimciler, ulusal gurur da duyar ve duymaktadır. Tabiî ona kaynaklık edebilen olaylardan dolayı…

“Bu konuda da Usta’yı dinleyelim:

“Ulusal gurur duygusu, bize, biz bilinçli Rus Proleterlerine yabancı bir duygu mudur?

“Elbette ki değildir! Biz, dilimizi ve yurdumuzu severiz; biz, yurdumuzun emekçi yığınlarını (yani yurdumuz nüfusunun onda dokuzunu) demokratik ve sosyalist bilinç düzeyine yükseltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Çarın kasapları, soylular ve kapitalistler elinde güzel yurdumuzun uğradığı hakaretleri, zulüm ve aşağılamaları görmek ve duymak bizim için çok acıdır. Radişçev’i, Dekabristleri ve 1870’lerin devrimcilerini kendi içinden yaratmış olan biz Rusların, bu zulüm ve aşağılamalara karşı göstermiş olduğumuz direnişten ötürü gurur duyuyoruz. Rus işçi Sınıfının, 1905’te yığınların güçlü devrimci partisini yaratmış olmasından ötürü; Rus köylülüğünün demokrasiyi benimsemeye başlamasından, papazların ve büyük toprak sahiplerinin boyunduruğunu kırma işine girişmesinden ötürü, gurur duyuyoruz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ocak 1975, s. 126-127) (Kurtuluş Yolu, İhanete Karmış İki Sözde Sol Akım, sayı: 20)

Evet yoldaşlar, Ordu Meselesi üzerine bizim yazıp çizdiklerimizin bir bölümü bunlardır. Mesele sanırız yeterince anlaşılmıştır. Fakat yine de biz, bunu okuyan her içtenlikli arkadaşın ikirciksiz meseleyi kavraması için biraz daha işleyelim konuyu.

Şimdi de Kıvılcımlı Usta’nın bu konuda yazdıklarından bazı bölümler aktaralım.

12 Mart Faşist Diktatörlüğünden bir hafta önce Ankara Sosyalist Gazetesi Bürosu’nda bir tartışmalı toplantı yapılmıştı. Sorular sorulmuştu güncel önemli konular hakkında. Usta’mız da o konuları işlemişti. Bu konuların birincisi olarak da Ordu Meselesi ele alınmıştı. Orada yaptığı konuşmanın, konuya ilişkin bölümünü aktaralım önce:

OSMANLI’DA YENİÇERİLİĞİN TARİHSEL VE SOSYAL ANLAMI

“Birincisi: Ordu Meselesine gelelim.

“Şimdi bu Yeniçerilik hakkında: “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” kitabında, (okuyan arkadaşlar varsa, hatırlarlar), orada, benim yakıştırmamdan önce, Marks’ın bir mektubunun pasajı vardır. Okuyayım. Ondan sonra Ordu Meselesine daha iyi girebiliriz.

“Nitekim, Ak-Aydınlıkçılar da o noktada demagojik bir atıf hevesine düştüler: “Yeniçeriler, Kıvılcımlı’nın iddia ettiği gibi, gündelikçi bir işçi ordusu değildir.” falan, gibi itirazlarda bulunuyorlar. Hâlbuki Marks, 25 Ağustos 1867 günü Engels’e gönderdiği bir mektupta, aynen şunu diyor:

“Genel olarak Ordu, ekonomi gelişimi için önemlidir. Örneğin, tümüyle gelişmiş gündeliği, işçi ücretini ilkin ordu içinde buluyoruz.”

“Yani, Osmanlı Ordusunun Yeniçeri kesimi değil, genellikle Antika çağda Ordu: yeryüzünde ilk defa gündelikçi tip yaratmış oluyor, diyor. Bunu Marks söylüyor.

“Biz de, eğer, Ak-Aydınlıkçılar gibi revizyonist değilsek, yani Marks’ı tahrif edip değiştirmeye, düzeltmeye kalkmıyorsak, Marks’ın bu sözünü bir kere doğru kabul edeceğiz, hiç değilse. Yani revizyonist olmamak için.

“Fakat, onun dışında biz, her şeyden önce, gerçekçi insanlarız. Yani olaylara önem veririz. Her toplantıda arkadaşlara zaten daima rica ettiğim bu: Kitaplara bakıp da, orada geçmiş satırlar bize yön vermemeli. Yani, vermemeli deyince: kitapları atalım, hiçbirini okumayalım, anlamayalım değil. Hepsini okuyalım ve ısrarla okuyalım, bir daha okuyalım. Yalnız, okuduklarımızın, kitaplarda yazılanların hangi olaylara karşılık düştüğünü daima göz önünde tutalım.

“İşte bu, ilk gündelikçi tip deyince, bizim de Osmanlı Tarihinde, bildiğiniz gibi, Yeniçeriler ve bir yığın daha başka Kapıkulları “Alufe” yahut “Ulufe” denilen ücret alırlardı. Yani, ne derler ona: Yulaflık anlamına geliyor Türkçesi, alef’ten geliyor. Yani onlara o zaman yulaf parası anlamına gelen bir gündelik verilirdi. Yeniçeriliğin kuruluşu, bu gündelik esasıyla olmuştur.

“Bundan dolayı, Marks’ın genel Tarih içinde gördüğü olayı, biz de kendi Osmanlı Tarihimizde, Yeniçerilerin objektif durumları açısından göz önüne koyduk. Amacımız orada açıkça şudur: Türkiye’de, siz bilmezsiniz, o kuşaktan içinizde yok, ama bizim kuşak öyle günlerle karşılaştı ki, uzun seneler, “Türkiye’de İşçi Sınıfı Yoktur”, denildi. Ve vardır diyenin gırtlağına sarıldılar: Vay sen isyancı, falan filan, diye mahkûm ettiler bayağı. Yani, “İşçi sınıfı vardır” demek bile bir suç halindeydi.

“İşte o durumda, orada zaten söylediğimiz: Türkiye’de İşçi Sınıfı, değil Modern çağda, Antika çağda bile, ücret alan insanlar biçiminde (İşçi Sınıfı değil tabii, Modern İşçi Sınıfı ile alakası yok, ama) böyle insanlar vardır. Nitekim bütün bayındırlık faaliyetleri, geniş ölçüde, adeta işçi orduları denecek kadar, ücretli insanlarla yapılmıştır. Yani, bütün o köprüler, camiler, falanlar… Hep bunlar uzaklardan getirilmiş, ücretle çalıştırılmış insanların eseridir.

“Ama biz bunları, elbette Modern İşçi Sınıfı yerine koymuyoruz. Yalnız, Türkiye’de işçi yoktur diyenlere karşı mukadder (kaçınılamaz) bir karşılık olarak: Nasıl yok yahu, 500 seneden beri Türkiye’de, hatta Osmanlı ordusunun böyle çelik çekirdeği rolünü oynayan Yeniçeriler dahi, Marks’ın başka memleketlerde gördüğü gibi, ücretli insanlardır. Ulufe alırlar ve onunla yaşarlardı. Bunu anlatmak istemiştik ve istiyoruz tabii.

“Ama şimdi onu alıp tahrif ediyorlar. Gündelikçi bir işçi ordusu değildir. Yeniçeri teşkilatı üretimden, halktan kopuk devşirmelerden kurulu, Sultanın emrinde silahlı baskı gücüdür, diyorlar.

“Şimdi, bizim konumuz, Yeniçerinin ücretli olup olmadığı konusu. Onun dışında, ekonomik gelişimiyle ilgili bahsine gelince… Hiç de öyle bir şey söylemiyoruz biz. İlkel sosyalist toleransının, göçebe demokrasinin yarattığı Yeniçeri, diyoruz. Yani, yeryüzünde Yeniçeri tipini ilk defa Osmanlıda görüyoruz. Tutuyor, devşiriyor Hristiyan ve Müslüman olmayan çocukları, küçük yaşta. Alıyor, getiriyor, evvela Türkmen’in yanına veriyor. Onu orada, Müslüman ve Türkçeyi iyi konuşan insan haline getiriyor. Sıkı bir eğitimden sonra, kendisinin en güvendiği bir silahlı kuvvet haline sokabiliyor.

“Bunu yapabilmek büyük bir hadise. Kendisinden olmayan, kendi unsurundan olmayan insanları alıp, kendisinin savunucusu haline getirmek, nereden aklına gelmiş olabilir? Onu düşünmek durumunda kalıyoruz. Ve o zaman, o göçebe ataların, geldikleri zaman kafalarından hiçbir prejüje (önyargı) taşımadıkları, kendilerine göre insan kavramını esas saydıkları görülür. Ve bu insanı biz alır eğitirsek, pekâlâ istediğimiz gibi bize katılmış insan olur, diyebilmişler.

“Bunu, yeryüzünde az yerde örneğini gördüğümüz bir olay olarak göz önünde tutuyoruz. Yani, Yeniçeriyi yaratan, bu göçebenin, (daha Orhan Gazi zamanında başlıyor), oradan kalma geleneklerin etkisiyle, kafasında batıl itikat, yani önyargı taşımayan insanların yapabileceği bir tutum. Yoksa cesaret edemez bir defa. “Alırım, peki bunun kanı bozuk”, yahut işte “dini bozuk, bundan adam olur mu?”, falan, diye korkar, çekinir. O hiç aklına bile getirmemiş. “Alırım, eğitirim, ücretini de veririm (gündeliğini), pekâlâ bana çalışır”, demiş. Ve öyle de çalıştırmış, uzun seneler.

“Bu hadiseyi belirtmek için bir cümle koymuşuz. Yani, onun izahını yapmak istemişiz. E, bunu ya anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Bir nevi demagoji vesilesi yapıyorlar. Tabii, bunların cevaplarını, daha genişliğiyle ileride de vereceğiz.

“Şimdi, Yeniçerilik konusunda, iki sözle açıklamak istediğim nokta budur.

“Yeniçerilik ne zaman bozulmuştur? Tarihte gene görüyoruz: “Züyuf akçe” başladığı zaman. Yani, Tefeci-Bezirgân ilişkiler Osmanlı İmparatorluğunun toprak düzenine el attıktan sonra, devlet gelirleri azalmıştır. Bunu karşılamak için, geliri topraktan alamayınca, verdiği ücretleri kısıyorlar. Bugün hani “Devalüasyon” diye yapıyorlar ya hâkim sınıflar, o zamanki idareciler de “Züyuf akçe” biçiminde yaparlardı.

“Yalnız, onlar bugünküler kadar sahtekâr olamıyorlardı. Çünkü kâğıt para biçimi henüz tutunmuş bir icat değildi. Gümüşün içinden çalıyordu. Akçe veriyordu, gümüş para. Ama onun bakırını çoğaltıyordu, gümüşünü çalıyordu. Çalınca, Yeniçeri aldığı ücreti götürüp tabii Sarrafa yahut Pazara sundu mu: onu mihenk taşına vuruyor, anlıyor. Bunun, gümüşü çalınmış, bundan dolayı değeri düşmüş, diyor.

“Ve böylece, yani bu ücret alan insanların ellerine verilen gündeliklerin tırtıklanması, onlarda çeşitli tepkilere yol açtı. En sonunda, baktılar bu kanaldan geçim imkânı kalmıyor. O zaman işi esnaflığa döktüler. Esnaf olunca, o ücretli asker disiplini sıfıra indi. Ve bildiğiniz Yeniçeri İsyanları başladı.

“Bu Yeniçeri İsyanları, artık Ortaçağın dejenere olmuş, esnaflaşmış insanlarının isyanıydı. Onu da birbirine karıştırmamak lazım.

“İşte bu gelişim, en sonunda, Yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar gitti. Ve bizim, modern anlamıyla ordumuz, Türkiye’nin ordu örgütü doğdu. Bunun geçit safhaları uzun.

“TÜRKİYE DEVRİMLER TARİHİNDE ORDU GENÇLİĞİ VURUCU GÜÇ OLMUŞTUR

“Yalnız, Ordu deyince şimdi, Türkiye’de… Mesela, işte, örnek de verdik ti orada. De Gaulle, Fransız Ordusu için diyor ki: “Fransız Ordusu tarihin hiçbir devrinde devrimci hiçbir iş yapmamıştır, daima karşı devrimci olmuştur.” Kendisi asker, o ordunun bir üyesi. Fakat o ordu için, Fransız Ordusu için bu karakteristiği veriyor.

“Hakikaten, biz de hatırlıyoruz, ordu daima irticaın, Fransa’da gericiliğin emrinde olmuştur.

“Bize gelelim. İşte Fransa’daki olay bu. Fransız Ordusunun böyle bir devrimci geleneği yok. Ama bizim ordu? Tanzimat’tan alalım en azından. Tanzimat’tan beri ne vakit bir ileri adım atıldıysa Türkiye’de, önde giden Vurucu Güç kimdir? Diye bakıyoruz: Askerler oluyor. Kimisi Paşa, kimisi bilmem ne. Fakat daima ordu, silahlı güçler önayak oluyor.

“Hatta daha eskiye gidersek, mesela Genç Osman kimdir? Bir padişahtır. Ama kendisini ordu tepesinde, yani bütün silahlı kuvvetlerin sözcüsü saymış ve memlekette derebeyileşmeye karşı, ordunun da dejeneresansına karşı bir ileri adım atmak istemiş. O karanlık devirde bile böyle çıkışlar var.

“Üçüncü Selim, bildiğimiz gibi, gene memlekette bir ilericilik, falanlık yapmak istemiş. Padişah. En tepedeki adam. Pekala, müstebitliğe işi dökebilirdi. Ve vurguncularla, Tefeci-Bezirgânlarla, derebeyilerle anlaşarak –başka müstebitler gibi- belki hükmünü de yürütebilirdi. Ölüme kadar sürüklenmeyi göze aldı ve böyle davrandı.

“Hep o bizim silahlı kuvvetlerin bir geleneği olduğu izlenimini veriyor. Fakat, hepsini bırakalım. Bütün bu ufak yahut büyük, neyse, tarihi olaylar dışında; hiçbirimizin artık tartışmaya dahi girişemeyeceğimiz olaylar var.

“Alalım Meşrutiyet’i: 1908 İhtilali… Kim yaptı? Hepimiz biliyoruz. Yani Enver’ler, Niyazi’ler falan dediğimiz, dağa çıkanlar ve hürriyet kahramanı olanlar, büyük çoğunluğuyla ordu mensuplarıdır.

“1919’dan sonra, Anadolu emperyalist salgınına uğradığı zaman, öncü Vurucu Güç kim oldu? Sınıfı bırakıyoruz. Sınıfı elbette küçük burjuva değil. Yani Anadolu hareketinin sosyal sınıfı: Müdafaa’i Hukuk Cemiyetleri’nde örgütlenmiş olan Türk Burjuvazisidir. Ama Türk Burjuvazisi o kadar pısırık, o kadar beceriksiz, o kadar ufuksuz bir sınıf ki, onun kendi sınıfsal eğilimiyle bir savunma yapması, akla bile gelmiyor.

“Onun için, Mustafa Kemal daha Samsun’dan Havza’ya gelip de, orada bazı konuları bazı insanlarla hemen 30 gün konuştuktan sonra, verdiği telgrafları okuyun. O telgraflarda iki şey var. Birisi, diyor ki: “Müdafaa’i hukuk Cemiyetleri orada varsa, koruyun.” Kime diyor bunu? Askerlere diyor, oranın askeri kumandanlarına. “Yoksa siz kurun o Cemiyetleri,” diyor. Yani açıkça, şifreli… Nutkunda da vardır, Nutkun doküman kısmında da vardır. Bunları söyler.

“Bir taraftan sınıfı –ki o zamanki öncü durumunda gördüğü sınıf Anadolu Burjuvazisidir- onu örgütlüyor. Fakat onun pek ciddiye alınamayacağını da deneyleriyle biliyor. Kendisi, asker olarak, bütün öteki ordu, tümen, kolordu kumandanlarına, (kendisi Ordu Kumandanı durumunda), sıkı sıkı talimat veriyor: “Memleket, vatan elden gidiyor. Devlet mahvolacak. Bunu korumak için elbirliği edelim ve davranalım,” diyor.

“Nitekim bu tutuyor. Ve o zamanki Ordu Gençliği –Mustafa Kemal de o gençlerden biridir- bildiğimiz gibi: Anadolu Milli Kurtuluş Hareketi’nin teşkilatçıları oldular, örgütleyicileri oldular ve önde giden Vurucu Gücü oldular.

“En son, 27 Mayıs: gene bildiğimiz gibi, bir Ordu Vurucu Gücünün, bir gece yarısı baskın ve sürpriz davranışıyla bir değişiklik, bir siyasi devrim yapması biçiminde oldu.

“Yani, bütün bu olayların hangisi geridir? 1908, iyi kötü bir müstebitliği yıkmak anlamında, bir Meşrutiyete gitmiştir. Hiçbir zaman bizim anladığımız Sosyal Devrim değil, ama Politik Devrimdir. Bunun öncü Vurucu Gücü Ordu olmuştur. Şimdi biz bunu inkâr mı edelim? Bu bir olay. Bunu görmemek elimizden nasıl gelir?

“Tıpkı bunun gibi, 1919-23 olaylarında, Milli Mücadelede gene Ordu önde Vurucu Güçtür. Ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptığı: Siyasi Cumhuriyet Devrimi, bir devrimdir. Ama, bizim anladığımız manada Sosyal Devrim değil, Siyasi Devrimdir. Onu yapmamalı mıydı? Ve bu bir geri hareket midir? Onu biz tanımayacak mıyız? Yani, böyle bir şey yoktur, nasıl diyebiliriz?

“27 Mayıs. Gene öyle. Kediye göre budu, küçük, belki beğenmediğimiz falan tarafları var, ama bir Siyasi Devrim oldu. Ve o zamana kadar işçi meseleleri, sosyalizm meseleleri Türkiye’de ağıza alınamaz, tabu konularken: şimdi, gördüğümüz gibi, her yerde tartışılabilen konular haline geldi. Belki onların, 27 Mayıs’ı yaparken akıllarından böyle bir şey de geçmemiş olabilir. Ama bir devrim hareketi yaptıkları için, o devrimin mantıki sonuçları: onların dahi düşünmediği biçimde, Türkiye’de bir gelişim yapmıştır.

“Şimdi, bunlar çıkaracağımız sonuç… Elbette, Siyasi Devrimler, bir Sosyal Devrim değildir. Ama Marksizm’in anlayışına göre, her Siyasi Devrim: Sosyal Devrime doğru giden, işte o yokuş yol diyelim, o yolun içinde belirli basamaklardır.

“1908 de bir basamağı atlamıştır, 1923’de Cumhuriyetle ikinci basamağı atlamıştır. 1960 27 Mayıs’ın da üçüncü basamağı atlamıştır. Ve bu basamaklarda, hiç değişmeyen bir kural olarak, hep: Ordu Vurucu Gücü’nün önde gittiğini görüyoruz.

“Arkasında hangi sınıf var? Ordu, zaten bir sınıf bilinci taşıyan bir örgüt değildir. Bırakın sınıf bilinci taşımasını, siyasi bilinç taşıyan bir örgüt değildir. Biliyoruz, Kanunlar: Asker siyasetle uğraşmaz. Diye, meşhur burjuva formülünü bir kutsal hakikat gibi zorunlu kılmıştır.

“Asker siyasetle uğraşmaz. Ama bütün Siyasi Devrimleri asker yapar. Bu bir çelişki. Bu çelişkinin anlamı: bizde Ordunun –sosyal Devrim değilse bile_ Politik anlamdaki Devrimlerin önde gelen Vurucu Gücü olduğunu ispatlıyor.

“ORDU GENÇLİĞİNİN VURUCU GÜÇ OLUŞUNUN TARİHSEL-SOSYAL KÖKENİ

“Bu bir olay, bir realite, bir gerçeklik. Şimdi bunu bizim ele alıp bir aydınlatma yapmamız… Yani Marksist’çe korsak bu olayı, önce aydınlatacağız. Ordunun bu Vurucu Gücünün acep tarihsel bir kökü ve anlamı var mıdır? Bir de, bugün için bu anlam varsa, bu anlamdan ne biçimde yararlanabiliriz? Ve bugünkü Sosyal Devrime gidişte, ne ölçüde o istidat yahut bu eğilimi kullanabiliriz? Değiştirerek tabii.

“Çünkü şimdiye kadar Ordu: bilinçsiz, ne siyasetten, ne de sosyal problemlerden haberi olmaksızın, sırf içinden gelen bir atılışla, belirli formüllerin de etkisi altında, öncü ve ilerici roller oynamış. Bunun nereden geldiğini, elbette her ülkenin kendi gelenek-görenek ve tarihi içinde arayacağız. Ararken, buluyoruz bunu.

“Osmanlı… Bugünkü Türkiye Osmanlılığın ürünüdür. Hepimiz daha dün Osmanlıydık. Biz çocukluğumuzda, daha siz çağda iken, Osmanlı tebaasıydık. Türk tebaası değildik. Bugün Türk tebaası olduk.

“Osmanlılıksa, tarihte, Tarihsel Devrim adını verdiğimiz ve üzerinde hiç kimsenin durmadığı bir olayın mekanizmasıdır. Yani, diyebiliriz ki, İslavlardan önce olmak üzere, en sonuncu halka tarihte… Yani, eski bir Medeniyeti, derebeyileşmiş Antika bir Medeniyeti devirip, onun yerine yeni bir Diriliş yapan Tarihsel Devrim: Sosyal Devrim değil, sınıf değişikliği değil. Bir medeniyeti yıkar, onun yerine bir yeni, daha ileri, hiç değilse yolu açan bir sistem kurar. Osmanlılar bunu yapmışlardır. Bizans derebeyliğini, İslam derebeyliğini yıkmışlar: onun yerine, kendilerine göre… Anlayarak, bilerek bugün bizim yorumladığımız kavramları bilince çıkararak değil tabii, içgüdüleriyle gelmişler, Derebeyliği yıkmışlar. Tekfurları kesmiş adam.

“Ondan sonra, Toprağa gelince: Ne toprağı? Bu toprak kimindir? Kim çalışıyorsa, tasarruf hakkını ona verelim. Mülkiyeti? Mülkiyeti: “Bütün Müslümanların ortak malı” demiş.

“Düşünün: geniş toprakları ele geçiriyor ve bu topraklar üzerinde şahsi mülk koymuyor. Hakikaten de koyması haksızlık. Yani, bugünkü bizim sosyal kafamızla. Çünkü o toprakları fethetmekte bütün Müslümanlar elbirliğiyle kan dökmüşler. Sonra o topraklar ele geçince, Müslümanların içinde üç beş kodamana ver toprakları, onun mülkü olsun. Osmanlı bunu yapmamış.

“Bunu niçin yapmamış? Bunun bir izahı olacak. Çünkü Osmanlı dediğimiz Türkler, İlkel Komünadan geliyorlar. Yani sınıfsız toplumdan geliyor. 400 aslan dediğimiz… Hani: “Dört yüz aslandan bu vatan kaldı bize yadigâr” şarkısını söylerdik biz çocukken. Doğrudur. 400 aslan kurdu. 400 kişilik, 400 ailelik bir oymak, bir Oğuz oymağı geldi, Bilecik’te oturdu. Ondan sonra, koca Osmanlı İmparatorluğu…

“Bunu nasıl kurdu? Yani, bugün düşünürsek biz, mutlaka bir Marksist olarak bunun bir dişe dokunur ekonomik maddecil nedenlerini aramak, bulmak zorundayız. İşte bu nedenlerin başında: onun Kişi Mülkiyetini tanımamış, Orta Barbar dediğimiz bizim, Göçebe oluşundan ileri geliyor.

“Göçebe, sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız toplumda, göçebe insan, yalnız otlak arar. Otlak mı? Otlak da, hepimizin sürülerinin yayılacağı yerdir, der.

“İşte bu anlamda bir sosyal yapının kaçınılmaz sonucu olarak, Osmanlı: girdiği, zapt ettiği toprakların üzerinde, bildiğimiz şahsi mülkiye düzeni kurmamış. “Mülk Allah’ındır” demiş bir kere, felsefe olarak. Ama uygulamada: “Bütün Müslümanların ortak malıdır” demiş: “Beytülmali Müslim’inindir” demiş.

“Yani, padişahın falan değil. Bunu tahrif ediyor bazı profesör geçinenlerimiz de. Okumuyorlar galiba yahut okuduklarını anlamıyorlar. Yahut da burjuva kafasıyla okuyunca: İlla onu şahsi mülke çevirip… Kimin şahsi mülkü? Padişahın mülkü… Değil. Padişahın haddine mi mülk edinsin oradan?

“Ama sonra, o ilkel sınıfsız toplumdan gelmiş Osmanlı, Medeniyetin içine girdikten sonra, elbet o Medeniyetin bütün rezil etleri zamanla ona da bulaşacak. Bulaşıyor ve bozuluyor sonra. Fakat ilk… Biz net olarak olayı koymak zorundayız. İlk zamanlarda Dirlik Düzeni kurmuştur. Dirlik Düzeninde: Toprakta kim çalışıyorsa, tasarruf hakkı onun, demiş, ona vermiş. Dirlikçi diye, o tasarruf edilen toprakların başına adam koymuş: Dirlikçileri, Sipahileri… Ve bu adamların, toprağın ne tasarrufuna, ne de mülkiyetine en ufak bir hak iddiası varit (Varit: olabileceği akla gelen) değil, demiş.

“Ne yapar bu Dirlikçiler? Dirlikçiler: barış zamanında orada çalışan Çiftçilerin asayişini, toprağın tasarruf hakkının adaletlice elden ele geçişini düzenler. Savaş oldu mu: gider, cephede kılıçla ölür, öldürür. Gene o Çiftçilerin geride üretime devam etmelerini sağlar. Adeta bir nevi iş bölümü.

“Yani, Dirlik Düzeninin ilk havası bu. Fakat bu hava, sonradan, özellikle Kanuni çağından itibaren, bir devrim geçirmiştir. Dirlik Düzeni: Kesim Düzeni haline girmiştir.

“Bunların belki okudunuz: bazı yerlerde özetliyoruz. Fakat burada da, işin bu yanı konmadıkça, aydınlanmıyor. Ve bunu anlamayan insanlar da, okudukları Marks’tan, şuradan buradan üç beş parça lafla, yani tereciye tere satmaya kalkıyorlar. Onun yersizliğini anlatmak istiyorum.

“Bir dinleyici: Şimdi, Müslümanların mülkü de. Yalnız Hristiyan halk istifade etmektedir. Yani Bizans İmparatorluğu yıkıldığı… Yani bütün insanlar tasarruf ediyorlar, işliyorlarsa… Zaten Müslüman meselesi yok Osmanlılıkta.

“Hikmet Kıvılcımlı: Evet, evet. Değil. Değil. Mülkiyeti Müslümanların, diyor. O kadarcık şeysi var. Evet.  Sonra da, mülkiyet, hepimizin, yani orta malıdır, demiş. Yani bir ortak mülkiyet kurmuş, adeta. Farkına varmadan. Yani, sosyalistim ben, diyerek değil. Sosyalistin ne olduğunu bilmez. Ama yaşadığı toplum onu sosyalist yaratmış. Yani, kişi mülkiyeti bilmeyen insan olarak yaratmış. İlkel Komünadan geliyor o insanlar.

“O açıdan, Dirlik Düzeni kaçınılmaz bir sonuç olmuş. Osmanlı Tarihinin ilk iki yüz yılında, Fatih’e kadar bu böyle gelmiş. Ve Fatih çağında bile, yeniden derebeyleşme başladığı için, Fatih yeniden bir tırpan atmıştır. Muazzam bir toprak reformu daha yapmıştır. İstanbul’u o sayede zapt etmiştir.

“Efendim?

“Bir dinleyici: O zaman, o dönemden önce Şeyh Bedrettin’in tekrar ortak mülkiyeti kurma yolundaki hareketi nasıl?

“Hikmet Kıvılcımlı: Evet. Tabii. Yani, şimdi Şeyh Bedrettin hadisesi… Osmanlı İmparatorluğu, Devleti diyelim… Bir Osmanlı Devleti, bir de ikinci Osmanlı Devleti (Osmanlı İmparatorluğu) diye ayırmak icap ediyor, tarihe bakınca.

“Birincisi: Beyazıt’a kadar, Yıldırım Beyazıt’a kadar gelen… İşte o Yıldırım Beyazıt’a kadar gelen: Tefeci-Bezirgândan çok, Dirlikçilerin Derebeyileşmesi çağıdır. Ve onun için Yıldırım Beyazıt, Timurlenk’e mağlup olmuştur. Yani, toprak düzeninde ufacık bir derebeyileşme başladı mı, o rejim hemen bozuluyor.

“Şeyh Bedrettin… Şimdi ayrıntılarına girmeyelim. Çünkü konumuz o değil. Bu sefer çok dağılırız. Arkadaşların belki de sabrı tükenir. Şeyh Bedrettin, o derebeyileşmenin getirdiği yıkılış içinde, yani Tarihsel Devrim içinde, Sosyal Devrim yapmak istemiş bir geleneğimizdir bizim, devrimcimizdir. Onu anlatayım.

“Timurlenk darbesi öyle bir vuruş yapmıştır ki, derebeyiler yeniden birbirine düşmüştür. Osmanlı padişahlarının da, biliyorsunuz, şehzadeleri birbirlerini kırmışlardır. Ve adeta farkına varmadan, derebeyileşme kabuğu kırılmış ve yeni bir şeye, bir Dirliğe doğru gidilmiştir. Padişah için böyle bir şey yok. Yani bizim koyduğumuz anlamda. Ama objektif gidiş bu olmuştur.

“Sonra bu oluş gene, yeniden tersine dönmüş. İkinci yüzyılda, bir de bakıyoruz, Fatih’ten önce yeniden derebeyileşme olmuş.

“Fatih, işte, genç bir savaşçı. Hatta ilk paralarındaki resmine bakarsanız: öyle tüysüz, başında bir ufacık yemeni, basit bir Türkmen delikanlısı… bir entari gibi bir şey giymiş. Asıl Fatih o zaten, İstanbul’u alan çocuk o. Ve bu çocuk, geleneğin, atalarının geleneğinin etkisiyle ve biraz da ilk İslam geleneklerinin etkisiyle davranıvermiş.

“Çünkü İslamlık da ilkin, gene –Yukarı Barbarlıktan ama o, Orta Barbarlıktan değil, Kentten (Mekke ve Medine kentinden) çıkmış- bir Tarihsel Devrim yapmıştır. Onun da gelenekleri: Osmanlı Şeriatı biçiminde gelmiştir Türkiye’ye. Ve bizim Osmanlı Türkleri, ilk Dirlikçiliği kuranlar: Muaviyeler ve ondan sonraki İslam bezirgân ve derebeyi dejeneresansının eğilimini değil de, “Hülefayi Raşidiyn” devrinin, yani İslamlığın ilk idealist ve devrimci çağının kanunlarını ve kurallarını, prensiplerini benimsemişlerdir. Çünkü eğilimi ona uygun. Bu ayrı bir bahis.

“Bundan dolayı, Şeyh Bedrettin: böyle bir arada, ara geçit sırasındaki Sosyal Devrim teşebbüsü… Tabii, Sosyal Devrim için, mutlaka o Sosyal Devrimi tutacak bir Sosyal Sınıf lazım. O sınıf o zaman yok. Yani Küçük burjuvazi var: geniş köylü kitleleri var. Ama…

“İşte, bugün de: hani köyden gidelim, şehirleri zapt edelim, falan hayaliyle uğraşanlara anlatmak istediğimiz o. Köylü, hepimizin başımızın tacı. Hepimizin yüreklerinin yandığı, acıklı, yoksul bir durumda. Ama bunun modern bir Sosyal Sınıf olmadığı ortadadır. Ve onun bir örgütlenip, Türkiye ölçüsünde olsun, devrimci davranış yapmasına imkân yoktur. Onun için, ona dayanırsak kendimizi aldatırız. Ama İşçi Sınıfına dayanırsak, köylüyü de, yedek güç olarak devrimde pekâlâ en ileri ölçüde değerlendirmek mümkün olabilir.

“İşte, o zaman böyle bir sınıf yok. Yani, Modern İşçi Sınıfı yok. Modern İşçi Sınıfı yoksa sosyalizmi kim tutacak? Şeyh Bedrettin’in sosyalizmini? Hiç kimse tutamaz. Bir an için o küçük burjuva geniş ezilen halk yığınları, onda kendi özlemlerinin bir kısmını görürler. Ama sonra, çarçabuk dağılırlar.

“Küçük burjuvazi öyledir. Tarihin her devrinde. Avrupa’da da öyledir, bizde de öyledir. Biraz köyünü aşar, kasabasına gelir… Vilayete gelinceye kadar ateşi söner. “Nemelazım, evde çoluk çocuk var”, der. Orada biraz çapul edecek bir şey varsa, alır kaçar, döner gider. E, yahu dur işte, düşmanı yenmedik, falan! Kim dinler? Ondan sonra derebeyi gelir, hepsini birer birer ezer. Yani, tarihte bu böyle tekerrür etmiş, durmuştur.

“Türkçeye de çevrildi: Engels’in “Almanya’da Köylü Savaşı”, yahut “Köylü Harbi”… Bilmiyorum, nasıl çevrildi. Orada da, aynı şeyi anlatır Engels. Bizde de, Celali İsyanları, daha başka şeyler, hep öyle…

“Şeyh Bedrettin’inki, zamanı için muazzam bir atılış tabii. Yani, o Avrupa’daki benzerleriyle kıyas edilemeyecek kadar yüksek Sosyal Devrim bilinci taşır. Ama o bilinci benimseyip de, devrim yapacak bir Sosyal Sınıf yok o zaman. Olmayınca, elbet o devrim girişimi, hem de çok kuvvetli örgüt prensiplerine rağmen mağlup olur, yenilir gider.

“Ama bu konu, tabii, çok dışarıda kalıyor. Zaten Ordu konusunu bitirmek istiyoruz. İşte…

“Bir dinleyici: Hocam, kitap tavsiye edebilirsiniz. “Tarih-Devrim-Sosyalizm”… İnsan yapısına benzetiyor toplum yapısını. Ütopyaya götürebiliyor yani. Arkadaşlar “Tarih-Devrim-Sosyalizm” adlı kitabı okurlarsa, bunu kavrayacaklardır zannederim. Tezlerin başlangıç, ana noktası orasıdır.

“Hikmet Kıvılcımlı: Teşekkür ederim. Evet, zaten o etütleri biz, zannettikleri gibi, yani bir kitapçık da biz yazalım, ulema içinde bir de bir ulema geçinelim, diye ele almadık. Türkiye’de siz çağda, daha erken belki bazılarınızdan, kavgaya girdik. Tabii Bilimsel Sosyalizmdi alfabemiz. Aldık, onunla yola çıktık. Fakat okuyoruz: Avrupa’da proletarya, burjuvazi… Bizde? Bir kargaşalık var. İzah edilemeyen şey. Nedir bu? Neden, nereden geliyor?

“E, Ustalar da söylemişler: Tarihi etüt edin, diye. Bizim tarihimize bakalım, dedik. Bizim tarihimize baktık: İslam Tarihi çıktı karşımıza… İslam Tarihine baktık: bütün Antika Tarih çıktı. O zaman anladık ki: ha, bu antika Toplum dediğimiz ta Sümerlerde başlayan ilk sınıflı toplum, yani ilk Medeniyetten ta modern burjuvazinin çıktığı güne kadar geçmiş, insanlığın 7 bin yıllık alınyazısı hep bu tip ekonomik ve sosyal ilişkiler dünyası imiş. İşte onu, o zaman, bugünkü kavgamıza yeni silahlar verebilir, teorik taban elemanları olabilir diye değerlendirmek gerekti. Ve o kitapları da onun için çıkardık.

“Ama bunları biraz ciddiyetle ele almayan insan, elbette Marks’tan okuduğu iki satırı bize satmaya kalkıyor. Biz onları 50 sene evvel okumuşuz. Yani okumuşuz, gene de okumaya mecburuz. Varsa söylesinler, elbet, istifade ederiz. Ama bilmediğimiz şeyler zannediyorlar.

“Onların bilmediği: kendi memleketleri… Yani kitaptan ahkâm çıkarıyorlar. Ve tabii yanılıyorlar. İnsan kendi toprağının üstünde yabancı turist durumuna düştü mü, ister istemez, yapacağı her davranış sapık oluyor. Ve tabii sapık olmakla da kalsa, hadi onu da bağışlayalım. Ama mağlup da oluyor. Lüzumsuz bozgunlara götürüyor devrimci hareketi. O zaman, toplum ölçüsünde büyük ziyanlara uğruyoruz.

“Bunu önlemek neyle olacak? İdeolojiyle düzelteceğiz bu yanlışlarımızı. Hepimizin ağzında: “Devrimci teorisiz, devrimci pratik olmaz.” E, hani bizim teorimiz? Alalım Marks’tan bir kitap, yahut Lenin’den, yahut Mao’dan okuyalım. İşte teori budur, diyelim. Değildir teori bu.

“Teori: bir memleketin kendi özel, kendi orijinal sınıf ilişkilerinin bilince çıkarılmasıdır. Bunu genç arkadaşların hepsinin yahut bu kuşağın tümden yapabilmesi beklenemezdi. Ama hiç değilse, bundan önceki arkadaşlar bir şeyler söylüyorlarsa, onları biraz daha ciddiyetle ele alalım da: yanlışları varsa düzeltelim, iyi tarafı varsa, ondan da yararlanalım… Bunu demiyorlar. Vay, sen işte revizyonist, falan… Böyle. Öğrenmiş iki laf, onu satacak oğlan. Ama bu değil devrimcilik. Yani, bu tamamen kalpazanlık oluyor.

“Bir dinleyici: Hocam, yeni bir şey çıkıyor o zaman. Şimdi bütün arkadaşlar belli bir skolastiğin, yani belli kalıpları alıp illa Türkiye’yi onun içine sıkıştırmak isteyen… Azmindeler. Şimdi bu olağan bir durum. Gelişim yani öğrenim düzeyleri, alıp bir kitabı ezberleme içerisine giriyor. Ekonomik taban incelenmeden, falana karar veriliyor, filana karar veriliyor. Üst yapı incelenmeden filana karar veriliyor. Şimdi, biz “Sosyalist” kadrosu veya falan çizginin insanları, İPSD’nin çevresinde partileşmeyi amaç bilen Proletarya Devrimcilerinin hakiki görevleri ortaya çıkıyor. Bu da devrimciliği…

“Hikmet Kıvılcımlı: Şuraya gelsenize. Geçsin buraya da. Banda da. Galiba geçiyor, değil mi? Onu rica edeyim. Arkadaşlar burada konuşsunlar. Daha iyi olur. Karşılıklı yani.

“Bir dinleyici: Biraz yüksek konuşurlarsa geçer.

“Hikmet Kıvılcımlı: Geçer mi? Pekâlâ. Şöyle buyurun. Biraz ayakta duracaksınız ama isterseniz şöyle beraber otururuz.

“Birinci dinleyici: Şimdi, devrimci hareket içerisinde şimdiye kadar gelmiş olan grupların yapmış oldukları hatalar, belirli bilinç düzeylerinin eksikliğinden ileri geliyor. Bu da Türkçeye çevrilmiş olan kitapların belirli yayınevlerinin elinde çıkması, yayın organlarının da belirli ideolojinin yahut da belirli grupların temsilcisi olan insanların elinde bulunmuş olması… Bir yerde de; ANT yayınları gibi, küçük burjuva devrimcileri veyahut da provokatörlerin elinde bulunmuş olması… Türkiye’de yayın organlarına insanların belirli şeyleri tam kökeni ile vermesi olanağını yitiriyor. Yani, Lenin’in bir bakıyorsunuz, en son yayınlanmış kitabı, en önce basılıyor. Veya Mao’nun falan dönemdeki kitabı, falan dönemde zamansız basımlar…

“O zaman karşımıza çıkan şey şu: “Sosyalist Grubu” ve İPSD çevresinde kümelenmiş, Partileşmeyi amaç bilen Proletarya Devrimcilerinin görevi devrimci bir eğitimi nasıl alacaklarını saptamak ve çizilen eğitim programı üzerinde bir eğitimi sistemlice almak ve Marksist düşünce de bir yerde ülke toplumu veyahut da karşısına çıkan somut olayları tahlil etmek yeteneğini kazanmaktır. Yani eğitim ihtiyacını ben, kendi kadromuz arasında görüyorum ve eğitimin ki biz uyguluyoruz, Zeytinburnu’nda iki senedir. Bir program var, siz K. Arkadaşlara falan vermişsiniz. Elimizde. Buradan gidiş var.

“Bir de şu var: birçok arkadaşlar iddia ediyorlar. İşte Doktor falan zaman neredeydi? Mücadele vermedi, diyorlar. Bu da bir konu.

“Hikmet Kıvılcımlı: Hangisi? Ya hapishanedeydi, ya…

“Dinleyici (devamla): Şimdi şu var. 1967’de, ki bu arkadaşlar da o dönemde çıkıyorlar zaten piyasaya, Aren’i eleştirerek “Türk Solu”nda: “BASİT YENİDEN-ÜRETİM-GENİŞ-YENİDEN-ÜRETİM” diye, üretim konuları ikiye ayrılıyor. Bir takım örnekler veriliyor.

“Hikmet Kıvılcımlı: Bir de “Çaltı” daha önce.

“Dinleyici (devamla): Ben okumadım “Çaltı”yı, geçmedi elimize. Şimdi bakıyoruz, arkadaşlar toptan şimdiye kadar her şeyi inkâr etmişler. Devrimci geçmişi, devrimci geleneği. Sebep? İşte bugün de somut örneklerini gördük. Küçük burjuva kariyeriz mi. Falan adamla tartışırsak, işte benim bilinçsizliğim sırıtır. O zaman da ben, liderliğimi kaybederim, dolayısıyla da, devrimle veyahut falan grubun yapacağı devrimle ki yapılmayacak mutlaka, yanlış düşüncelerle devrim olsaydı…

“Hikmet Kıvılcımlı: Devrimci teorisiz olmuyor. En büyük Ustalar bunu söylüyor.

“Dinleyici (devamla): Olmayacaktır ama arkadaşlarımızın sınıfsal yapıları, kökenleri, uzun süre sizin deyiminizle çıraklık döneminden geçmemiş olmaları, bir Pati disiplinine alışık olmamaları… Arkadaşları nereye götüreceği bellidir. İçinde bulunduğumuz durum bir takım provokasyonlar da öneriyor. Yani eğitim diyorum ben, kendi kadrolarımızı içerisinde. Bu kadar.

“ORDU MESELESİ SKOLASTIK METOTLA DEĞİL, DİYALEKTİK METOTLA KAVRANABİLİR

“Hikmet Kıvılcımlı: Teşekkür ederiz.

“Ordu Meselesi bu, çocuklar. Yani biz bir şey icat etmiyoruz, uydurmuyoruz. Bir anlamda, evvela yorum, aydınlatma yapıyoruz. Bizde Ordu, belirli siyasi devrimlerde Vurucu Güç olmuş. Var mı bunu inkâr edecek adam? Hiç kimse inkâr edemez. Etse, deli deriz ona artık, çünkü olan bu.

“Ondan sonra, böyle bir geleneği, nereden geliyor diye arıyoruz. Bunun da, o Dirlik Düzeni dediğimiz çağdan kaldığını görüyoruz. Ve bu çağ, beribenzer geleneklerini hemen yitirmiş çağ değildir.

“Onu da anlamıyor o, Sosyalist Beycikler diyorum ben onlara. Anlamıyorlar. Gelenek yüzlerce yıl yaşar. O diyor ki, mademki devlet kurulmuş… Şimdi bize Devleti tarif ediyor. Devlet, işte hâkim sınıfın aletidir. Ordu da devletin parçası mı? Evet. Öyleyse o da hâkim sınıfın… Anladık kardeşim. Bu alfabesidir, Marksizm’in alfabesi. Bunu bilmeyen adam, zaten Marksizm adına bir harf dahi ağzına alamaz. Ama politika, alfabe tekerlemeleri değildir. Politika: Cebr’i ala’dır. Yani cebr’i ala deriz biz, şimdi ne diyorlar? Yüksek matematiktir ve cebir matematiğidir. Her an değişin momentlerin izlenimi ve onun içinde kafa kaybetmeme kavgasıdır, savaşıdır.

“Biliyoruz, yani o matematikte, cebirde, mesela (3+5+falan=şu) dediği zaman, burada artı olan, eşitin öbür tarafına geçti mi ne olur? Eksi olur. Tersine döner. Aynı şey bütün sosyal, politik olaylarda da var. Diyalektik laf değildir, boş bir formül değildir. Varlığın ve toplumun en yüksek hareket kanunudur. Bunu bilmeye mecburuz.

“İşte Ordu Meselesi de, bu diyalektik yüksek cebir problemi gibi konulacak bir konudur. Klasik anlamıyla, evet: Devlet odur, Ordu budur. Ama bir ordu hakkında, mesela Çar Ordusu hakkında bakın Lenin ne der?

“Halkın öfkesi ne kadar derin olursa, Çar Ordusuna o kadar az güvenebilir ve memurlarda duraksama o ölçüde artar.” Diyor.

“Bunun anlamı? Çar Ordusu nedir? Dünyanın en müstebit, en gerici rejiminin ordusu demektir. En gerici devletin bir parçası demektir. Ama bu parça bile, ne oluyor? Eğer halkın öfkesi derinleşirse, Çar, ordusuna bile güvenemez, diyor. Bunu Lenin söylüyor. E, hani bu Çar ordusuydu? Değil mi?

“Bizim Ordu Çar ordusu da değil. Bizim Ordu Çarı devirmiş. Değil mi? Meşrutiyet’te müstebit Abdülhamid’i devirmiş. Cumhuriyet’te, doğrudan doğruya Padişahlığı, Çarlığı kaldırmış. Böyle bir Ordu. Yani kaldırmakta öncü olmuş. Böyle bir geleneği olan Ordu. Çar ordusu da değil.

“O halde biz bugün böyle bir Ordu Vurucu Gücü bulunan ülkede, gerçek Marksist devrimci olarak, bu Ordunun devrimci eğilimini değerlendirmeyecek miyiz? Değerlendirdik mi, hemen: Devleti bilmiyoruz. Ordunun devlet olduğunu anlamıyoruz, falan diye, iki tane çocuk kalkacak, bizi haşlayacak ve biz de: Peki, diyeceğiz, haklıdır bunlar çünkü Marksizm konuşuyor!

“Bu Marksizm değil! Bu Marksizm softalığı… Bizim en çok korktuğumuz şey de budur. Bizim değil yalnız tabii. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in: “Allah bizi bu Marksistlerden kurtarsın” dediği adamlar bunlar. Şimdi de bizim karşımıza çıkıyorlar.

“E, ne yapalım? Kendileriyle arkadaşça oturup konuşma fırsatı da vermiyorlar. Yani, gelin tartışalım, değil mi? Bir yığın önünde. Elbet bir hakem olur insanlarımız. Ona da yanaşmazlar. Alimdirler, yazarlar. Ve kimi insanları mahkûm ederler.

“Bir dinleyici: Hocam, yanaşmayışının sebepleri var. Şimdi… Bu arkadaşlar… Biz Siyasal ’da kalıyorduk, daha o zaman… Siyasalda kalıyoruz. Şimdi, diyorlar ki, Doktor kimde yazıyorsa, o haklıdır. Ve sizin belli bir dönem revizyonist ve oportünist (….)’de yazdığınız için ki bugün eleştiriye kalkmışlar, daha sonra Aydınlık, Kırmızı Aydınlık çevresine geçince, işte bakın biz haklıyız, falan diyorlardı. Yani belirli bir ideolojik süzgeç yerine kullanılıyordu. Taban bunu biliyor. Ve… Edersiniz beyefendilerle ki buna yanaşırlar mı, tamam… Gördüğünde tecrit edecektir. Alttan gelen hareket mutlaka tapayı attıracak. Yani adamlar bilerek yapıyorlar bunu. Tabandan ürküyorlar.

“Hikmet Kıvılcımlı: Evet, tabii, tabii. Sadece, ben ona veresiye havlamıyorlar, diyorum. Vâkıfa havlamak değil! Onun bir anlamı da var. Yalnız, tabii, gene de biz hiç değilse konuşma ortamımızda daima serinkanlıca, olayları ele alıp onları değerlendirme metodumuzdan kopuşmayacağız. Heyecana kapılıp onlarla horoz dövüşüne girişmeyeceğiz.

“Bir dinleyici: Hocam, bir şey sorabilir miyim?

“Hikmet Kıvılcımlı: Buyurum

“Dinleyici (devamla): Emperyalizmin ordu içerisindeki etkisi… 60’tan sonra değişmiş midir? CIA ajanları, yani ordu içerisinde onunda bir ideolojik eğitimi var mıdır? Bunu…

“Hikmet Kıvılcımlı: tamam çocuğum. Oraya geldik zaten. Yani, Ordunun neden bizde devrimci gelenek sahibi olduğunu, böylece tarihin belirli süresinin geleneklerinden, göreneklerinden kalma elamanları koyuyoruz ve teorikman tatmin ediliyoruz. Demek temelsiz bir devrimcilik değil, tesadüfen değil, Türkiye Ordusunun Fransız Ordusu gibi olmayıp da devrimci oluşu. O zaman, daha bir güvenç geliyor bize. Yani, Türkiye’deki Ordunun devrimci kanatla ilişkilerinde daha çok yararlanma fırsatı var. Ve o zaman, işte ikinci safhaya geliyoruz.

“Bugünkü Türkiye’nin Ordusunda böyle bir devrimci gelenek varsa ve bu gelenek ciddiyse, bunun karşısında bizim tutumumuz ne olacak? Problem bu. Yoksa: Ordu kimin ordusudur? Onu tepeden kim atar? CIA ajanı girmiş midir? Tabii girecek. Armut mu toplayacak? Ama biz devrimciler,  bunun karşısında: “Bu nasıl olsa CIA ajanlarının emrindedir, burjuva devletidir, bundan dolayı vur abalıya” dersek… Ordu küçük burjuvadır, çocuklar. Yani, küçük burjuvanın karakteristiğini biliriz. Küçük burjuvazi, küçük mülk sahipleri: bir uçtan, bir uca gider. Biz de küçük burjuvayız ya, yani aydınlar da. Biraz modernce kabuğumuz var. Ama biz de öyleyiz. Ve onun için zaten karşımızda bütün çarpışanlar da, bir uçtan bir uca gidiyorlar. D… arkadaşın örnek verdiği gibi. Yani bir yerde kalmıyorlar. Bu küçük burjuva dediğimiz insan kümesinin alın yazısı. Ordu da böyledir.

“Şimdi, Ordunun bu yapısı, küçük burjuva yapısı göz önünde tutulursa: Devrime de gider, Faşizme de gider. Biz onun devrime giden yanını değerlendirmek, tutmak ve elimizden gelirse kazanmak zorundayız. Ve bunun için ama sadece ona küfretmekle, yani Orduya karşı çıkıp aramızı bozmakla hiçbir şey kazanılmayacağını, tam tersine onu kazanmak için ayrıca bir savaş vermek gerektiğini unutmayacağız. Yani bizim bilincimiz bunu emreder.

“Ordudan bu bilinci beklemeyiz. Ordu küçük burjuvazidir. Bundan dolayı, o zamanın ağır basan eğilimi hangi tarafa ise, o yönde silahını çeker, bir savaş yapar. Bunun sonucu, sosyal sonuçları onun için o kadar önceden planlaştırılacak sonuç olmaz. Çünkü ordumuzun yetiştirilmesi, demin de söyledik: Lasiyasi’dir, yani siyasetle uğraşmaz Ordu. Niçin? Onu biliyoruz. Bir avuç vurguncu Finans-Kapitalist, Tefeci-Bezirgân: Ordunun içinden belirli tepelerdeki bir avuç insanı eline geçirdi mi, onu istediği gibi kullanabilir. Onun için…” (Hikmet Kıvılcımlı, Durum Yargılaması, Derleniş Yayınları, Birinci Baskı, Ocak 1999, s. 23-44)

Görüldüğü gibi, Kıvılcımlı Usta, konuyu çok anlaşılır şekilde ortaya koyuyor. Biz yine de bir aktarma daha yapalım. Ki bu anlaşılırlık iyice pekişsin. İçtenlikli hiçbir arkadaşın kafasında bulanıklık kalmasın

Bu aktarmayı da Usta’mızın “Halk Savaşının Planları” adlı Türkiye Devrimi’nin orijinal strateji planını çok didaktik bir şekilde ortaya koyduğu eserinden yapacağız:

Gürbüz Güçler” Devrimci Geleneği

“Her Tezin bir Antitezi olur. Tefeci-Bezirgân Sınıfın, memleketi yabancı sermaye çapulunda ve borçlar batağında koyu Müslümanlık adına en azgın Gâvura bir kötü Komisyon karşılığı satıverişini, köylü yutardı. Esnaf yutardı. Hatta henüz Köylü-Esnaf şartlılığını yitirememiş İşçi bile, yutmasa da boğazından zorla geçirtenlere güç yetiremezdi. 

“Milyonlarla Türkiye nüfusunu maddece ve anlamca köle eden bu “Gâvur-Müslüman” kenetleşmesi, hiç tepki uyandırmamazlık etmekte kıyamete dek sürüp giderek egemen kalabilecek miydi? Buna, Türkiye’nin Tarihçil üretici güçlerinden Gelenek-Görenek vurucu güçleri elvermezdi. Fatih Mehmet’ten ve Genç Osman’dan Üçüncü Selim’e Tanzimat’a, Meşrutiyet’e, Cumhuriyet’e dek uzanan tepkiler tanıktı. 

“Türkiye’de 4-5 yüzyıllık Osmanlı geleneği ve göreneği, Toprak ekonomi temeli üzerinde güdücü bir “Sünuf’ü Devlet” örgütlemişti. Üretmen Halk, en başta Çiftçiler (Reaya=Güdülenler) adını alır, güdücü Dirlikçilerin idaresine uyardı. Dirlikçiler (İlmiye-Seyfiye-Mülkiye-Kalemiye) adları ile 4 “Devlet Sınıfı”nda örgütlenmişlerdi. “Memleket” onlardan sorulurdu. Türkiye, sinsi veya alevli bir bunalıma düştü mü, “Devlet Sınıfları”  kaynaşır, öteki “Sosyal sınıflar”dan sanki bağımsızmışça, “Memleket”in alınyazısını çizmeye girişirlerdi. 

“Ancak “Devlet Sınıfları”nın sözde şahbazca bağımsızlıkları yüzeyde kalırdı. Onların girişimleri: Türkiye’nin sosyal yapısı yönünde belirleniyordu. Türkiye Ortaçağ yapısında ise, Devlet sınıflarının vurucu güç olarak getirdikleri çözüm, Ortaçağvâri oluyordu. Türkiye, az çok modern ekonomi ve toplum, ilişkileri içine girmişse, Devlet Sınıflarının vurucu güç olarak getirdikleri çözüm az çok modernleşme yönüne gidiyordu. Böylece son duruşmada kesin sonuç, Türkiye’nin ekonomik ve sınıfçıl yapısına göre alınıyordu. 

“Bununla birlikte, “Memleket”  alınyazısında Devlet Sınıflarının, Tarihçil üretici güçlerden Gelenek-Görenek Vurucu Gücü olarak oynadıkları rol ortadan kalkmıyordu. 1919-23 yıllarında Kuvayimilliyeci Kurtuluş Savaşı gibi, 1960 yılı 27 Mayısçı düşünce ve davranışlar bunu tekrar tekrar açıkça ispatladı. Her kezinde, Sosyal Sınıf eğilimleri, Devlet Sınıflarının vurucu gücü ile kendilerine yol açıyordu. Bu vurucu gücün göze çarpan elemanları: eskiden Seyfiye ile İlmiye, sonraları: Ordu ile Bilim diyebileceğimiz kurumlar oldu.

“Bu, kimsenin üstünden atlayamayacağı bir gerçekliktir. Bu gerçeklik olumlu Tarihçil güçleri birinci plânda kollektif aksiyona götürür. Gerçekliğin teorik anlamı: hemen bütün geri kalmış ülkelerde (Osmanlı Memleketi etkisiyle olsun olmasın) her gün patlak veren pratik olaylarla bir daha belirtiliyor. “Asosyal”, yahut “Anormal” bir olay ortada yoktur. Ortada, geri ülkelerin Ekonomik ve Sosyal gidişinde çıkmaza girmiş Sınıf İlişki-Çelişkilerini çıkmazdan kurtarıp, zembereğinden boşandıran bir gerçek Vurucu Güç vardır. 

“Bu vurucu güç, Türkiye’nin Modern yakın Tarihinde, olumlu Modern gelişim yönünde etken oldu ve oluyor. Bir avuç Finans-Kapital kodamanı Antika Tefeci-Bezirgân sınıfı ile el ele verip Memleketi korkunç sömürü ile satmaya kalkıştı mıydı, Vurucu Güçlerimiz Halk’tan yana çıkarak o gidişi göğüslemekten geri kalmıyor. O zaman, (Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân) ittifakı tezine karşı, gelenekçil ileri vurucu güçlerin halkla ittifakı antitezi gerçekleşiyor. 

Gerçeklerle Strateji Planı

“Kısaca özetlenen Sosyal Yapı ortamı içinde, kendiliğinden iki cephe karşılaşıyor :

I- Gerici-Emperyalizm Cephesi:

“A- Özgüç: Modern Finans-Kapital: en büyük Şehir merkezlerinde yuvalanmıştır.

“B- Yedek güç: Antika Tefeci-Bezirgânlık: hemen bütün Taşra kasabalarında yuvalanmıştır. En büyük şehirlerin de, her şehirde olduğu gibi kasabaları, kendi içinde kasabalığı, yâni Tefeci-Bezirgân sektörü vardır.

“Bugün Finans-Kapitalin özgücü, kendi ekonomik, sosyal, kültürel ağları yanında, Antika çağlardan ,beri halkın ve özellikle Köylünün geçim boğazı ve sosyal politik ruhu üzerine çöreklenmiş Tefeci-Bezirgân sınıfı yedek gücü sayesinde oy çoğunluğu sağlamaktadır.

II- İlerici Halk Cephesi:

“A- Özgüç: Modern İşçi Sınıfı + Proletarya Aydınları: büyük şehir merkezlerinde, büyük yedek güçlerden tecrit edilmektedir.

“B- Yedek güçler: Antika Küçükburjuvazi + Modern Orta Tabakalar.

“Yedek Güçler: Devrimci durumlarına ve antuzyazmlarına göre şöyle sıralanabilirler:

“1) Küçük ve Orta Aydın zümreleri (Dar gelirliler),

“2) Fakir ve Orta Köylü yığınları (Köy yarı-proleterleri).

“3) Küçük ve Orta Esnaf tabakaları (Şehir yarı-proleterleri),

“Orta Tabakalar: Emperyalizm Cephesiyle Halk Cephesi arasında, Finans-Kapitalin Arafat’ta tutmak istediği Orta Tabakalar üç kümede toplanabilirler:

“1) Büyük Aydınlar,

“2) Orta ve Küçük İşverenler,

“3) Orta ve Küçük Emlâk sahipleri.

“Devrim: ne bir Kişinin, ne bir veya birçok Partinin, ne bir Zümre, Tabaka veya tek Sosyal Sınıfın Dileği ile olmuş olacak şey değildir. Önceden ölçülüp tartılması: yıla, güne, saate vurulması kimsenin elinde değildir. Geldi mi, onu hiçbir güç önleyemez. Devrimi suç sayacak varlık anasından doğmamıştır. Kendisi kendi gücüyle kendi meşruluğunu herkese benimsetir.

“O bakımdan Devrimi önceden Suç saymak ne denli Don Kişot’luksa, insanları Devrimci diye Suçlamak ta en az o denli boşuna zorbalıktır. Örneğin Türkiye’de 50 yıl boyunca şu veya bu eğilimde düşünen ve davranan insanlar, boyuna “İhtilâlcilik” veya “Takliyb’i Hükûmet”cilikle cezalandırıldılar, durdular. Bir gece yarısı, 27 Mayıs gece yarısı, hiç beklenmedik yerden İhtilâl patladı. Sabaha karşı zafer kazandı. Bir saat önce İhtilâl’in lâkırdısıııı ağzına alanı vurup asmaya hazır nice kişi ve zümreler, o saat İhtilâlin başarısını selâmladılar.

“E, neye yaradı o yıllar yılı damgalanıp ezilen insanların acıları?

“Devrim düşmanları açısından hiçbir şeye. Devrimciler açısından: Devrime insancıl hak vermeye. Devrim böylesine objektif ve somut bir sosyal kaçınılmazlıktır. Onu önlüyoruz sananlar, küçük selleri bentler ardında büyük Tufan yığınağı durumuna sokanlar olmuşlardır. Devrimi tutanlar ise, Tufan’ın yakıp yıkıcılığını en az zararla insancıllaştırarak verimli kılanlardır. Modern Sosyal Devrimcilik: Antika çağdaki Medeniyet çöküşlerine son verdiği için, insan varı Medeniyeti kurtarınca en büyük “Tutuculuk” yerine geçmiş olur. Tarihin diyalektiği içinde roller birbirinin tersine dönmüş olur.

“Böyle bir toplumda, Devrim Stratejisi, Marks’ın deyimi ile: “Doğum sancılarını ılımlandıran” ebe hekimliğin tutumuna uyar. Ananın (Toplumun) ve Çocuğun (Devrimin) gerçek ilişki ve çelişkileri göz önünde tutulmaksızın, kitap karıştırmak yanıltıcı olabilir. Devrim Stratejisi: Kehanet ve Büyücülük yarışması değildir. Türkiye’nin var olan som sınıflar savaşında objektif güç ilişkilerini (kuvvet münasebetlerini) oldukları gibi kavramaktır.

“Yukarıki şema’da Halk Cephesi’nin Özgücü olan İşçi Sınıfı ile Proletarya Aydınları: Küçükburjuva tabakaları ile candan ittifak yapıp, Orta Tabakaları nötralize edebilirse, (Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân) Cepheyi yenik düşürebilir. Türkiye’nin “Devlet Sınıfları” gelenek-göreneklerinden yararlanıp, Orta Tabakaları iyilik diler (hayırhah) durumda, tarafsızlıktan da ileri sempatizan duruma getirirse, Devrim sancılarını herkes için en çok “ılımlaştırmış” olur.

“Bu genel durumun bir de özel alternatifi vardır. Devrim yaman Millî kriz ve sürpriz biçiminde gelirse, Emperyalizmin Özgücü olan Modern Finans-Kapital: bir anda tüm yedek güçlerinden, Tefeci-Bezirgân sınıfından tecrit olunabilir. Halk Cephesi önünde Emperyalizmin en büyük dayanağı ve başlıca yedek gücü olan tüm Tefeci-Bezirgân Taşra Eşrâf, Âyân, Hacıağa güruhu inmelendirilmiş bulunur. Birinci Kuvayimilliyecilik ile 27 Mayıs devrimleri bu olayın en son tanıklarıdır.

Vurucu Güç

“Özgüç sırasında İşçi Sınıfı yanına Proletarya Aydınları diye özel bir bölük Devrimci koyduk. Bu ne demektir?

“Önce “koyduk” derken, sanki “biz”, yani şu satırların yazarı, kendi karihasından, yani sübjektif (kimesnecil) aklından -bütün Küçükburjuva ulemasının pek moda ettikleri esnaf deyimi ile- bir katkı uydurmuş gibi anlaşılmasın. Bu çok feci bir yanılgı olur.

“Eğer özellikle Türkiye’nin ve benzerlerinin Devrim Tarihçeleri içinde: dün Burjuva Devrimcileri, bugün Proletarya Aydınları adıyla anabileceğimiz bir bölük devrimciler olayı bulunmasa idi, bizim öyle bir deyime kalkışmamız, en hafifinden, düpedüz ütopi (kuruntu) olurdu. Böyle bir bölük insan Türkiye’de vardır, gerçekliktir. Bize düşen o gerçek olayın Teorik kavranılışı ve yorumu olur.

“Türkiye’de Genç Osman’dan beri, oportünistlerin “Tepeden inme” diye kötülemeye yeltendikleri bir “Yukarıdan” etkili ilericilik ve devrimcilik eylemcileri vardır. Onun benzerlerini Batı’da, hatta Deli Petro tipiyle Rusya’da da görürüz. Daha çok doğuş halindeki Burjuvazinin özlemleri yönünde bir gelişim sayılabilir. Özellikle Tarihçil Devrim gelenek-görenekleriyle kurulmuş toplumlarda bu eğilim daha başlı başına bir anlam taşır.

“Türkiye’nin en az Tanzimat’tan beri geçmiş devrimcil olaylarına bakalım. Antika “İlmiyye–Seyfiyye”  ikilisinden özellikle “Seyfiyye”ye karşılık düşen, tek sözcükle Ordu: hep düzenlice ileri Devrimci Aksiyon Vurucu Gücü olmuştur ve olmaktadır. Bu bir “tesadüf” veya “şans” değildir. Osmanlılık “400 arslandan” (Engels’in “Askercil Demokrasi” dediği) göçebe Savaşçılların (cengâver Gaaziler, Savaş İlb’lerinin) kurdukları ve 500 yıl güttükleri bir toplumdur.

“Türkiye’nin gerek ekonomik temel, gerek üstyapı sosyal (sınıf, hukuk, politika, idare, kültür vb.) ilişkileri kesintisiz 500 yıl “400 arslan” gelenek-göreneği ile yürütülmüştür. Toplumun geniş tabanı: uçsuz bucaksız “Çiftçi” denilen “Reaya” (güdülenler) Temel ve Üstyapı ilişkilerinde yalnız pasif ağırlıkları ile şu veya bu yana akarak, tarihin gidişini belirlendirmişlerdir. “Memleket” denilen varlıkta Güdücü (çoban), hep o “400 arslan” gelenek-görenekli ve Osmanlı argosunca “Sahib’ül Erz” (Yerin-Sahibi) adı verilen güçler olmuştur.

““Sahib’ül Erz”ın asıl anlamını biliyoruz. O, sonradan Tefeci-Bezirgân vurgunu ile soysuzlaştırılmış “yerin mülkiyet sahibi” değildir. (Sahip Arapça Koruyucu, Dirlik düzenci) anlamına gelir. “Sahib’ülarz: Toprağın Koruyucusu” demektir. Daha geniş anlamıyla, “Sahibülarz”: Toprak ekonomi ve politikasının dirliğini ve düzenini sağlayan kimse demektir. Ve ilk Ülkücü İlb “Sahib’ülarz”lar, gerçekten feragatli, fedakâr Toprak nizamcıları olmuşlardır. Onun için, onlara en genel anlamıyla ve en öztürkçe sözcükle “Dirlikçi” adı verilmiştir.

“Dirlikçi ne idi?

“Toprak üzerinde ne Mülkiyet (mal edinme), ne Tasarruf (işleyip yararlanma) hakkı bulunmayan, ömrü, barışta: Toprak düzenini adaletlice korumak için; savaşta: yad düşmanların o düzeni örselemesini silâhla önlemek için, savaş eğitimi ve savaşla geçen fedai idi. Dirlikçi’nin Şeriat ve Kanun buyrultularına rağmen sonra (Tefeci-Bezirgân sömürüsü ile) yıpranan, Kesim (Mukataa) Düzeni ile soysuzlaşan biçimi, ilk ideal, Batılılarca Şövalye tipi ile karıştırılmamalıdır.

“Gerek Birinci Kuvayimilliye günlerinin, gerekse 27 Mayıs Devrimi’nin Vurucu Gücü olan Ordu İlb’leri, Tarihimizin o idealist Dirlikçi gelenek-göreneklerinin mümessilidir. Bilimcil Sosyalizmde: Gelenek-Görenek adıyla özetlenecek Tarihçil Üretici Güçler ile Kollektif Aksiyon (Elbirliğiyle Eylem) İnsancıl Üretici Güçler vardır. Türkiye Devrimler Tarihinde Ordu, o 500 yıllık Dirlikçi Ülkü İlb’inin (Tarihcil Gelenek-görenek + İnsancıl Kollektif Aksiyon)güçlerine en orijinal odak olmuştur ve olmaktadır.

“Niçin olan şeylerin adlarını koymayalım. En son Birinci Millî Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, 27 Mayıs Devrimi’nde Sosyal Sınıfların yönünde, neredeyse bağımsızmışça görüntüler alan bir Vurucu Güç vardır. Bu Vurucu Güç, “Devleti” ve “Memleketi” koruma ve kurtarma sorumluluğunu duyan Antika Osmanlı “Sünûf’ü Devlet”inin, (İlmiyye+Seyfiyye+Mülkiyye +Kalemiyye) diye adlanmış 4 Devlet Sınıfları’nın Tarihçil ve Sosyal kalıntısıdır. Bu olumluluk, “Kalıntı”dır diye hor görülemez. Zaten hor görene metelik vermez. Pratikte vardır, Teoride yerini ister istemez alır.

“O Vurucu Güç, belirdiği gibi, en derin ve en geniş Tarih ve Toplum olanaklarına dayanır. Onun için, hem bugünkü Türkiye Toplumunun, hem dünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun türlü ilişki ve çelişkileri içinde o Vurucu Gücün en inanılmaz canlı elemanları ve etki-tepkileri yaşamaktan kalmamıştır. Toplum içinde “Alevî” yahut “Türkmen” adlı varlıklar, Eski Osmanlı İmparatorluğundan birer parça alan özellikle Arap ülkeleri (Mısır-Cezayir-Libya-Sudan vb. vb.) devrimci örnekleri gözlerimiz önündedir.

“Vurucu Güç: gerici iktidarı, sırası gelince, bir gecede vurup düşürebiliyor. Ondan sonrası, öne geçen Özgüç’ün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşıdevrimci ise, vurucu gücün devrimciliği amortize edilerek güme gider, nitelik devrimci ise Sosyal Devrim yörüngesine oturabilir. Demokratik Devrim Özgücü olan İşçi Sınıfı yanına konulan Proletarya Aydınları deyimi, o devrimci vurucu güç’ün daha özel karşılığı olur. Vurucu güç: Proletaryanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt değildir.” (Hikmet Kıvılcımlı, Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, Derleniş Yayınları, 3. Baskı, Ekim 2008, s. 310-317)

Konu hakkında sanıyoruz artık hiç kimsede, hiçbir tereddüt kalmamıştır. Usta’mız konuyu neredeyse bir matematik probleminin çözümü kesinliğinde ve anlaşılırlığında ortaya koymuştur.

Demek ki Çar Ordusu gibi dünyanın en gerici devletinin bir parçasını oluşturan ordu bile halk kitlelerinin devrimci şahlanışını görünce parçalanıp bir bölümü gelip devrimin safında yer alabilmişse, Türk Ordusu gibi, ülkesinin Tarihindeki bütün devrimlerde ön safta yer almış, Vurucu Güç rolü oynamış bir ordu haydi haydi yer alacaktır. Bizim proletaryanın önderlik ettiği Demokratik Halk Devrimi’mizde ve onu takip edecek Sosyalist Devrim’imizde de Türk Ordusu’nun Ordu Gençliği’ni oluşturan bölümü gelip devrimci güçlere katılacak ve Vurucu Güç rolünü oynayacaktır. Bu kesin bir öngörüdür.

Usta’mızın bedence aramızdan ayrılışından sonra da Türk Ordusu ilerici çıkışlar yapmayı, tepkiler ortaya koymayı sürdürmüştür.

28 Şubat 1997’de Ortaçağcı gidişe dur diyerek tepki göstermiş, tankları Sincan sokaklarında yürütmüş ve bu hainane gidişi bir süreliğine de olsa durdurabilmiş, kesintiye uğratabilmiştir.

Yine aynı şekilde 27 Nisan 2007’de bir e-muhtırayla Türk Ordusu yine benzer bir tepki koymuştur Tayyipgiller’e karşı. Bu da birkaç aylığına da olsa Amerikancı gerici iktidarı bocalatmıştır. Fakat bilindiği gibi Amerika’yı arkasına alan Tayyipgiller, o muhtırayı kaleme alan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ı korkutup etkisizleştirebilmişlerdir. O sayede hainane gidişlerini sürdürebilmişlerdir. Eğer Büyükanıt mangal gibi bir yüreğe sahip olsaydı, yenilmek bir yana, onlara hak ettiği karşılığı verir, diz çöktürürdü bu Amerikan işbirlikçilerini. Ne yazık ki yapamamıştır, o kadarına yüreği yetmemiştir…

Adına “Ergenekon Davası” denen, planları Washington’da, Pentagon’da yapılmış olan ve startı da Bush tarafından verilen CIA Operasyonu da kime karşı yapılmıştır? Kimi hedef almıştır? Kimi tasfiye etmeyi, saf dışı etmeyi amaçlamıştır?

Seyfiye’yle İlmiye’yi. Yani Osmanlılığın ilk kuruluş günlerinden kaynak alan devrimci geleneğe sahip Türk Ordusu’yla bilim insanlarını, namuslu, yurtsever, antiemperyalist, laik aydınları, yazarları, gazetecileri…

Bu da neyi gösteriyor, yoldaşlar?

Türk Ordusu’nda ve bilim insanlarında Osmanlı’yı kuran Kayı Boyu’ndan kaynak alıp gelen Devrimci Geleneklerin hâlâ canlı bir şekilde sürdüğünü. O güçlerin bu devrimci geleneğe sahip olduğunu.

Ergenekon Davası adlı bu CIA Operasyonunda tutuklanan ve yıllarca Silivri Zindanı’nda yatırılan bir gazeteci vardı: Mustafa Balbay.

Neden hedef seçildi, yoldaşlar?

Şundan: “Genç Subaylar Rahatsız” başlıklı bir haber yaptığı için. O haber sıradan bir şey değildi. Devrimci Geleneğe sahip Ordu Gençliği’nin hainane gidişe karşı diş bilediğini ortaya koyan bir haberdi.

ABD Emperyalistlerinin ve onların satılmış yerli işbirlikçilerinin en çok korktukları şeydi bu.

Yeni bir 27 Mayıs onlar için ölüm anlamına gelir. O bakımdan Mustafa Balbay’ı derhal hedeflerine koydular, kurbanları arasına yazdılar adını…

Sovyetler Birliği’nin ve Sosyalist Kamp’ın varlığında ABD Emperyalistleri, CIA ve onların yerli hain müttefikleri, Türk Ordusu’nu kandırabiliyorlardı bir ölçüde. Özellikle de en tepedeki generallerini. Sovyetler Türkiye’yi işgal edecekler, onların bütün niyeti Boğazlar’ı ele geçirip sıcak denizlere inmektir. Bu nedenle de gözleri Türkiye’dedir. Ona karşı NATO’nun sadık bir üyesi ve Amerika’nın dostu olmalısınız, şeklindeki namussuzca yalanlarıyla.

Bu gerçeği Silivri Zindanı’nda arkadaşlarımızın ziyaret ettiği Çetin Doğan net ve açık bir şekilde anlatmıştır:

“Sovyetler zamanında bizi kandırmışlardı. Haritalar çizip önümüze koyuyorlardı. Burada bir canavar, Karadeniz’in kuzeyinden ellerini aşağıya sarkıtıp Türkiye’yi işgale hazırlanıyordu. Ve bize o işgalin neden ve nasıl olacağı şeklinde senaryolar anlatıyorlardı. Nasıl da kanmışız bunlara…”

Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp çöktü, yıkıldı, dağıldı ve yok oldu 1991’de. İşte bu tarihten sonra, ABD Emperyalistleri Türkiye hakkında tâ 1960’larda yaptıkları Yeni Sevr planını yürürlüğe koydu. Bu plana göre Türkiye en az üç parçaya bölünecekti. Bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan topraklarda ABD’ye Ortadoğu’da yeni petrol bekçileri olarak hizmet edecek Müslüman bir İsrail’le (Amerikancı Kürt Devletiyle) Hıristiyan bir İsrail (Amerikancı Ermenistan) yaratılacaktı. O günden sonra, bu plan uygulanmaya başlandı.

Bunu ilk kim gördü, yoldaşlar?

Teorimizin gücüyle biz Gerçek Devrimciler. Kıvılcımlı Usta’nın öğrencileri ve devamcıları. Kızıl bayrağı ondan devralan bizler.

Sonra da yoldaşlar, taşıdıkları devrimci geleneğin verdiği uyanıklıkla Türk Ordusu’nun ilerici, Mustafa Kemalci unsurları. Ve aynı niteliklere sahip, üniversitelerimizin bilim insanları. Ve namuslu aydınlar.

İşte operasyon, bu güçleri ezmeyi yani terörize etmeyi, korkutmayı, sindirmeyi, etkisizleştirmeyi ve saf dışı etmeyi amaçlamıştır. Böylece de Yeni Sevr’e giden yolun üzerinde kendisine set çekecek, engel oluşturacak bir gücün kalmamasını amaçlamıştır ABD Emperyalistleri. Demek ki bu dava bir yol temizliğidir onlar için.

Biz davanın daha ilk adımında bu gerçeği gördük ve kapsamlı bir bildiriyle de gösterdik halkımıza. Bildirimiz 19 Temmuz 2008 tarihli Kurtuluş Yolu’nun 37. sayısında “AB-D Emperyalistleri ve Yerli İşbirlikçi Hainlerin Ergenekon Maskeli Saldırısının Amacı, Ulusalcı, Yurtsever ve Laik Güçleri Yıldırma, Sindirme ve Tasfiyedir” başlığıyla yayımlanmıştır. İsteyen arkadaşlar yayınlarımız arasında bulup okuyabilirler.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İyi de sizi neden içeri almadılar bu operasyonda?

Şundan:

Biz ilk tutuklamalarla birlikte devrimci gelenekli askerlerimize sahip çıktık ve onlara destek verdik. Teorimizin bize verdiği ışıkla yol gösterici olmak istedik. Eğer önerimiz kabul görseydi, emperyalist saldırganları ve yerli hainleri daha ilk adımda bozguna uğratabilirdik. Ama ne yazık ki askerlerimiz bizim önerilerimizi benimseyip uygulayabilecek uyanıklık ve cesareti gösteremediler.

Dedik ki onlara; bu asla hukuki bir dava değildir. Bu, siyasi ve askeri bir saldırıdır. Bu saldırıyı yapan ABD Emperyalistleri ve onların Türkiye’deki devşirilmiş iki işbirlikçi kesimidir. Bunlardan biri Pensilvanyalı İblis’in cemaati, diğeri de Tayyipgiller’in hükümetidir. Taşeron görevi yapan bu iki işbirlikçi güçtür. Amaçları Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürüp parçalamak ve orada boğmaktır.

Bunlara karşı yapılması gereken hukuki savunmalar oluşturup suçsuzluğunuzu kanıtlamaya çalışmak olmamalıdır. Böyle bir şey yapmak peşinen yenilgiyi kabullenmek, idam ilmiğini boynunuza geçirmek anlamını taşır. Onların mahkemesini tanıdığınız anda kaybetmişsiniz demektir. Çünkü karşınızda bir mahkeme yok, hukuk mukuk yok. Mahkeme maskesine bürünmüş, hukukçu maskesine bürünmüş, güvenlikçi maskesine bürünmüş sahte yargıçlar, sahte savcılar ve sahte polis şefleri vardır. Tabiî bunların arkasında da Tayyipgiller iktidarı, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatı ve ABD vardır.

İşte biz de bunlara karşı cepheden ve açıktan saldırıya geçmeliyiz. Behey mahkeme postuna girmiş Amerikan işbirlikçisi, vatan millet halk düşmanı hainler! Siz Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmek istiyorsunuz. Bu milleti, bu vatanı parçalayıp ortadan kaldırmak istiyorsunuz. Kendinize uyduluk edecek kukla devletçikler yaratmak istiyorsunuz. Siz işbirlikçiniz, hainsizin, Amerikan uşağısınız, bu ülkenin ve halkın düşmanlarısınız.

Bizse yurtseveriz, halkseveriz, antiemperyalistiz, Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın meşru mirasçıları ve devamcılarıyız. Bizi kandıramazsınız, boşuna uğraşmayın. Siz mahkeme filan değilsiniz, sizi tanımıyoruz.

İşte böyle deyin dedik onlara. Ama buna gelemediler. Kendilerince ünlü avukatlar bulup hukuki savunmalar yapmak istediler. Tabiî sonuç hüsran oldu.

Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İmam’ın tarikatı Türkiye Cumhuriyeti’nin işini bitirdik, şimdi sıra ganimeti aramızda paylaşmaya geldi, deyip kavgaya girişmeselerdi bu askerler ve aydınlar işbirlikçi hainlerin iktidarı yıkılıncaya kadar içeride yatacaklardı.

ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri eğer bizi de içeri almış olsalardı askerlere dediğimizi (önerimizi ilkin Kandıra’da yatmakta olan Hurşit Tolon ve Şener Eruygur Paşalara yapmıştık) kendimiz uygulayacaktık. Biz böyle bir yola girince de ister istemez askerler ve aydınlar peşimize takılacaklardı. Bizim yolumuzu izleyeceklerdi. Öyle olunca da hain düşmanın ve işbirlikçilerin planı fiyaskoyla sonuçlanacaktı.

İşte böyle bir önderlikte bulunamayalım diye bizlere dokunamadı ABD, CIA, Pensilvanyalı’nın tarikatı ve Tayyipgiller’in iktidarı…

Bin Kalıplı’nın bu davaya sahip çıkması herhangi bir teorik öngörüden ya da Türk Ordusu’na duyduğu bir yakınlıktan dolayı olmamıştır. Tamamen bir siyasi rant hesabıyla o buna girişmiştir. Bu davayı sahiplenirsem iyi bir getirisi olur, önemli bir çıkış yaparım bu sayede diye düşünmüştür. Düşündüğü de gerçekleşmiştir işin doğrusu.

Davanın başlangıcındaki tutumu yukarıda Zeki Sarıhan’ın anlattığı gibidir. Araya sayfalar girdi. Tekrara düşme pahasına da olsa bir daha görelim isterseniz Sarıhan’ın dediklerini:

“Ergenekon tutuklamaları başladığında parti sözcüleri “Bu adamlarla bizim ne yakınlığımız olabilir ki, biz geçmişte bunlarla mücadele ettik” söyleminden “Bunların hepsi suçsuzdur” söylemine gelmiştir.”

Bin Kalıplılar siyasi ömürlerinin herhangi bir aşamasında bir kerecik olsun içtenlikli olabilmişler midir ki? İşte gördük ve gösterdik bu yazı dizimizde…

Bin Kalıplılar’da mercimek tanesini geçtik, bir susam tanesi kadar olsun namus, vicdan, ahlâk, insanlık kalmış bulunsaydı kalkarlar, açıkça Kıvılcımlı’ya karşı yaptıkları alçakça, çirkefçe saldırıdan dolayı özür dilerlerdi. Af dilerlerdi devrimcilerden ve halktan.

Kıvılcımlı bütünüyle haklıymış. Kıvılcımlı, Türkiye’deki Ordu gerçeğini dahice görmüş, ortaya koymuş ve göstermiştir. Ama biz onu küçükburjuvaca kariyer düşkünlüğümüzden dolayı görmek istemedik. Hatta görmemize rağmen görmezlikten geldik. Yalan söyledik, yalan yazdık, kandırdık insanları, derlerdi.

Ama işte o minicik susam kadar insanlık, insani değerler, ahlâki değerler yoktur bunlarda. O yüzden de hâlâ kendilerinin yanlış yapmadığını iddia ediyorlar. Kıvılcımlı’yla siyasi polemik yaptık, diyorlar.

Bin Kalıplılar’ın en fırıldak ve kalpazanı olan şefleri Doğu Perinçek Temmuz 2009’da bir kitap yayımlar, “Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet-Sivil Toplumculuğun Eleştirisi” adında. 272 sayfalık bu kitabının içine de Kıvılcımlı Usta’ya saldıran broşürünü koyar. Fakat burada broşürün adı bile değişmiştir. “Kıvılcımlı’nın Devlet ve Ordu Teorisinin Eleştirisi” adı verilmiştir bölümün başlığına. Yani, orijinal broşürdeki “Burjuva” sözcüğü atılmıştır.

Değişiklik bu kadarla kalmış mıdır?

Ne gezer…

Kitabın künyesinin yazılı olduğu 2’nci sayfasında şu şekilde takdim edilir:

“Birinci Basım Temmuz 1986, İkinci Basım: Eylül 1986, Üçüncü Basım: Kasım 1991, Geliştirilmiş Dördüncü Basım: Temmuz 2009”

Kitapta içindekiler kısmından sonra, “Geliştirilmiş Dördüncü Basıma Önsöz” başlıklı, 5 sayfayı biraz aşan bir bölüm vardır. Bu önsözde şöyle der Bin Kalıplı Kalpazan:

“İlk üç basımda yer alan bazı bölümleri, geliştirmeye ve güncelleştirmeye zaman bulamadığım için bu basımdan çıkardım. Buna karşılık “Osmanlı’da ve Kemalist Devrimde Hoşgörü”, “Fetih ve İşgal” ve “1908 Devrimi” konularını işleyen üç önemli bölüm ekledim.

“Kitabı güncelleştirirken, 1980’li yıllara ait değerlendirmelerden arındırmaya çalıştım. Okuyucuya ve gelecek kuşaklara daha kalıcı bir çalışma sunmayı gözettim.” (agy, s. 15)

Kitabı geliştiriyorum diye, her dönemde kalıp değiştirir ya, 2009’da ve bugün de aynı kalıp içindedir, taşıdığı kalıba uygun düşecek biçimde yeniden yazıyor. Konu aynı kalıyor ama görüşler tabiî alt üst oluyor. Ve bazı görüşler tümüyle zıttına bürünmüş oluyor. Bunun adı da “geliştirme” oluyor, yoldaşlar. Yani adam kalıptan kalıba geçerken kendisini de geliştirmiş oluyor.

Görebiliyor musunuz bunun gelişmeden anladığını?

Pervane gibi dönmek, habire takla atmak, kalıp değiştirmek… İnsan bu kitabı okuyunca, bir kere daha iğreniyor bunlardan. Bu ne ahlâksızlık diyor, bu ne yüzsüzlük, bu ne utanmazlık…

Kitapta Türk Ordusu’nun 19’uncu Yüzyılın ortasından itibaren yani aşağı yukarı Tanzimat’tan itibaren bugüne kadarki niteliğine, yapısına ve vurucu güç olarak görev aldığı, rol oynadığı devrimlere ilişkin bir tek olumsuz sözcük yoktur. Tam tersine, bol övgü vardır. Yani bir kez daha görüşlerinde 180 derecelik bir dönüş yapmıştır, Bin Kalıplı.

Peki, ne oldu bu konuda Kıvılcımlı’ya yaptığın çirkefçe saldırı?

Buhar olup, uçup gitti. Bu öyle bir şey yapmamış, hiç öyle bir şey olmamış. İşte hep diyoruz ya yoldaşlar, bunlar böyle, bunlar bu!.. Değişik bir insan kategorisidir bunlarınki, Tayyipgiller’inki gibi…

Bin Kalıplı da Türk Ordusu’nun Tanzimat’tan bu yana ilericiliğini kabul ediyor burada. Kabul etmediğiyse sadece o tarihten daha gerisi. Yani Osmanlı’nın kuruluşundan o tarihe kadar, Tanzimat’a kadar geçen süredeki tutumu. Bu sürede ilerici değildi, diyor. Usta’ya saldırısını, Osmanlı’nın Tanzimat’a kadar olanki bölümüne indirgeyerek burada da devam ettiriyor. Böylece de kendini hâlâ haklı göstermekte devam etmiş oluyor. Yani yoldaşlar, yine hep yaptığı gibi namussuzca insan kandırmaya devam etmek istiyor. Saf, bilinçsiz insanları avlamaya ve müritleştirmeye devam etmek istiyor. Şimdi görelim bu demagojik satırlarını:

“Ordunun ilericiliği ve her devrim öncülük ettiği teorileri, özellikle 27 Mayıs sonrasında yayıldı. Yön ve Devrim dergileri yıllarca bu görüşleri işledi. Hikmet Kıvılcımlı ise, ordunun “ilericiliğini” tarihin derinliklerine uzanan tezler üzerine oturtmuştu. İlginçtir, 12 Mart 1971’den sonra bu tür görüşler bıçakla kesilmiş gibi kayboldu. Hele 12 Eylül 1980 rejimi, Ordudan devrimcilik bekleyen görüşlere ağır darbe indirdi.

“Ordu, devletin temel unsurudur. Ordunun “ilericiliği” kuşkusuz devletin ilerici bir rol oynadığı dönemler açısından geçerlidir. Ayrıca Osmanlı 19. yüzyılından başlayarak ordu içinde, Osmanlı istibdadı ve kurumlarına karşı demokratik akımla birleşen ve Cumhuriyetin devrimci yıllarında kendini gösteren bir genç subaylar hareketi olmuştur. Ama bu gerçeği, bütün bir tarihe yaymak ve bütün Türk tarihi için geçerli, Türk ordusuna özgü bir “yüksek istisna” teorisi yaratmak doğru olmuyor.” (agy, s. 122-123)

Ne diyor Bin Kalıplı yukarıda yoldaşlar?

“Ordu, devletin temel unsurudur. Ordunun “ilericiliği” kuşkusuz devletin ilerici bir rol oynadığı dönemler açısından geçerlidir.”

Ne demiş oluyor burada?

Ordunun ilericiliği, devletin yani ordunun ilerici bir rol oynadığı dönemler açısından geçerlidir.

Nedir bu yoldaşlar?

Ordu ilerici olduğu dönem ilericidir. Cümlenin özeti bu. Buna Batılılar ne der, yoldaşlar?

“La Palisse’in Hakikati-Doğrusu”

Nedir bu trajikomik La Palisse Doğrusu?

Şu: “Burada Lord La Palisse yatıyor. Eğer ölmemiş olsaydı şu an hâlâ yaşıyor olacaktı.”

Mezar taşında bu sözün yazılı olduğu rivayet edilmektedir Soylu Fransız Kurmayı La Palisse’in.

Mantıkta ne denir buna yoldaşlar?

“Totoloji”. (Sözün gereksiz, herhangi bir ek bilgi içermeyen şekilde tekrar kullanımı)

Burada Ordunun ilericiliğine bir sebep bulunmuş oluyor mu?

Hayır. “Ordu ilericiyken ilericidir” deniyor sadece.

Şunu sormamız gerekir:

Ordu, neden ilericidir? Bunun sebebi ne? Tarihsel, sosyal sebebi nedir “devletin temel unsuru” olan Ordudaki ilericiliğin?

Bin Kalıplı, bu sorudan kaçmak için yukarıdaki gibi zırvalamalarda bulunmaktadır işte. Göz boyamak istemektedir.

Ordunun ilericiliği Osmanlı tarihinin tümüne yayılamazmış.

Neden? Neden yayılamaz?

Cevap yok.

Çünkü Bin Kalıplı o konuda olsun demagojik namussuzluğuna devam edecek yine insan avlamak için. Öyle ya Osmanlı Tarihi uzun bir zaman süreci. O geniş zamanda ve alanda rahatça demagoji yapma imkanı bulurum diye düşünüyor Bin Kalıplı, ona oynuyor.

Zaten diyor, ben şimdi Atatürkçü oynuyorum. E, Atatürk de Osmanlı’ya verip veriştiriyordu zaten. Ben de Osmanlı’ya saldırırsam avlamak istediğim hedef kitle yani Kemalistler bundan rahatsız olmaz. O bakımdan Osmanlı’ya olsun giydireyim ki Kıvılcımlı’ya karşı haklı olduğumu sürdürmüş görüneyim, en azından müritleştirdiğim zavallılara, diye düşünüyor.

Türk Ordusu’nun Tanzimat’a kadar bir ilericiliği yokmuş ama o tarihten itibaren birden ilerici rol oynamaya başlamış.

Sebep?

Yok. Yiyen yer, diye düşünüyor bu safsatalarını. Onlar da bana yeter.

Bu soytarıya göre Türk Ordusu, Tanzimat’a kadar ilerici filan değilmiş. Osmanlı feodalitesinin baskı aracıymış, zulüm aracıymış. Ama Tanzimat’la birlikte artık ne olduysa, bazı erenler, ermişler rüyasına filan mı girdiyse, birden yeter artık ya, diyor. Bundan sonra ilerici takılacağım. Türk Ordusu’nu da kendi penceresinden görüyor. Ona da takla attırıyor. Kendisi taklambaç ya.

1908 Meşrutiyet Devrimi Konusunda Saçmalaması

Görelim:

“Halk Devrimi

“1908 Devrimi’nin “tepeden inme olduğu” ve “halk katılımının olmadığı” çok söylenmiş ve yazılmıştır. Bu, bir hurafedir.

“1908 Devrimi, Türkiye özgünlüğünde ve zamanın koşullarında gerçekleşen bir halk devrimidir.

“(…)

“Genç subaylar, bu halk hareketinin bir parçasıydı. 1908 yılından Rumeli’nde dağa çıkan Enver Bey, Sabri Bey ve Niyazi Beyler, aynı zamanda Osmanlı ordusunun komuta kademesine de isyan etmişlerdi.

“Lenin gibi zamanın devrimcileri de Genç Türk Devrimi’ni böyle değerlendirirler.” (agy, s. 166, 167)

Zavallı fırıldak, 1908 Devrimi’ni “Halk devrimidir”, diyerek yanlış değerlendirir. Bu, onun halk devriminin niteliğinin ne olduğunu bilmediğini gösterir. Her konuda olduğu gibi burada da gerçeği görmek değil de, siyasi rant elde etmek derdindedir. Ayrıca da Ordunun devrimci rolünü, niteliğini, her ne kadar artık ulusalcı oynamaya başlayıp orducu da geçiniyor olsa, kabule pek tereddütlü yaklaşmaktadır. Yine de bilinçaltı onu, Kıvılcımlı’nın tezini açıktan kabul etmiş olmaktan, öyle görünmekten kaçınmaya itmektedir. O bakımdan, Genç Subaylar bu halk devriminin sadece bir parçasıydı, diyerek askerlerin rolünü küçültüyor. Gerçeği de çarpıtmış oluyor, kendi sübjektif durumu nedeniyle.

Üstelik de bu çarpıtmasına Lenin’i tanık gösteriyor. Utanma sıkılma bilmez ki o. Hadi bir düzenbazlık yaptın, Lenin’i ne diye kendine yalancı tanık göstermeye kalkıyorsun?

Şimdi yoldaşlar, Lenin’in bu devrimi nasıl değerlendirdiğini görelim, 1917 Ağustosu’nda kaleme aldığı ünlü “Devlet ve İhtilal” adlı anıt eserinden. Zaten yazımızın önceki bölümlerinde aktarmıştık Lenin’in 1908 Devrimi’ni nasıl değerlendirdiğine ilişkin satırlarını. Ama burada tekrarlayalım ki arkadaşların gözünde iyice canlansın konu.

 “Örnek olarak 20’nci Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor- ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de “halk” devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve politik taleplerle, aktif, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler. Buna karşılık, 1905-1907 Rus burjuva devrimi, Portekiz ve Türk devrimlerinin, zaman zaman kazandıkları kadar “parlak” başarılar kazanmış olmaksızın, söz götürmez bir biçimde “gerçek bir halk” devrimi oldu. Çünkü halk yığınları, halk çoğunluğu, halkın baskı ve sömürü altında bunalmış en derin “aşağı” toplumsal tabakaları, kendiliklerinden ayaklanmış ve devrimin bütün gidişi üzerinde, kendi isteklerinin, yıkılmakta olan eski toplum yerine kendi gönüllerince yeni bir toplum kurma girişimlerinin izini bırakmışlardır.” (Lenin, Devlet ve İhtilâl, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 53)

Yukarıdaki satırlarda Lenin, gerçek bir halk devriminin ne olduğunu da net bir şekilde ortaya koyuyor. Demek ki bir devrimin halk devrimi olması için “halk yığınlarının, halk çoğunluğunun, halkın baskı ve sömürü altında bunalmış en derin “aşağı” toplumsal tabakalarının, kendiliklerinden ayaklanmış ve devrimin bütün gidişi üzerinde, kendi isteklerinin, yıkılmakta olan eski toplum yerine kendi gönüllerince yeni bir toplum kurma girişimlerinin izini bırakma”ları gerekirmiş yahut gerekmeliymiş, gerekmekteymiş.

Bin Kalıplı artık ulusalcı ya; İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne, onu kuran askerlere, Jöntürk gelenekli aydınlara övgüler düzer 2009’da genişletilmiş ibaresi altında eski görüşlerinden sarfı nazar ederek yeniden kaleme aldığı bu kitabında. Onu görelim şimdi de:

“Zamanın içinde bakılırsa, Kemalist Devrim, 1908 Hürriyet Devrimi’ni izlemişti; onun devamıydı.

“Ancak İttihatçı devrim kadrosu ile onların içinden çıkan Kemalist Devrim kadrosu arasında, özellikle önderleri açısından bir değerlendirme yapılacaksa, başarılan işe, yürütülen eyleme, tarihsel role bakmak gerekir. İlle harflerle ifade etmek gerekiyorsa matematiğin yardımına başvurmak zorundayız. İttihatçılar devrimin A kadrosu ise, Kemalistler A [üssü] kadrosudur. Hem A’dırlar; hem de A’nın üstüne çıkmışlardır; A’yı devrimci pratikleriyle katlamışlardır.

“1908 Devrimi’nin tek bir önderi yoktur; zamanla bir üçlü yönetim oluştu: Talât, Enver, Cemal Paşalar.

“Kemalist Devrim’in ise tartışmasız bir önderi vardı: Mustafa Kemal Paşa.

“Bu fark dahi, iki devrim arasındaki karşılaştırma için eşsiz bir malzemedir.

“Devrimin tek bir önderi yoksa, o devrimin mızrağı küttür. Çatal kazık toprağa girmez. Bunu devrimci Mustafa Kemal görüyordu. Trablusgarp delegesi olarak katıldığı İttihat ve Terakki Cemiyeti 1909 Kongresi’nde, partileşmeyi ve önderin belirlenmesini gündeme getirdi.

“Kemalist Devrim önderliği, Mustafa Kemal’in kişiliğinde İttihatçı kadronun hem içinde ve kenarındaydı; hem de onun seçeneğiydi. Bu devrimci kadro, İttihatçılığın içinde bir çekirdek olarak vardı ve o çekirdek, 1918 sonrasındaki eylemiyle İttihatçılığın sınırlarını aştığı ve o dünya ölçeğinde önemli bir devrim gerçekleştirdi.

“O nedenle Genç Türk devrimciliğinin tarihi, aynı zamanda Kemalizmin köklerinin tarihidir. Genç Türk Devrimi’ni bir yandan karşıtı olan Sultanlık ve Tanzimatçılıkla mücadele boyutunda açıklarken, bir yandan da onu, kendi içinden çıkan Kemalist Devrimci seçenek ile karşılaştırma boyutunda tahlil etmek gerekir.

“Daha sade ifade edersek, Meşrutiyetler Sultanlıkla mücadele hareketiydi. Ama o Meşrutiyetçiliğin içinde bir Cumhuriyet seçeneği vardı. Hayat, bir süre Meşrutiyetlerin yetersizliğini ve hatta çaresizliğini ispatlamak için yürüdü. Tecrübeler, deneme ve sınamalar, Meşrutiyet’in çıkmazlarını gösterdi ve Cumhuriyet seçeneğini büyüttü. Meşrutiyetler, padişahlıkla mücadele etti ve en sonunda içinden Cumhuriyeti çıkarttı.” (age, s. 169-171)

Bin Kalıplı’nın şimdi durduğu yer budur. Daha önce göstermiştik ama burada yeri geldi, bir kez daha gösterelim arkadaşlara; bu konuda da takla atıp kalıptan kalıba geçtiğini ya da girdiğini. Biraz geriye gidelim. Hani 1974’te 141 imza ile yayımladıkları “2 İ’li” “TİİKP Davası Savunma” adlı kitapları vardı ya, ona bakalım. O zaman İttihat ve Terakki’ye, onun önderlerine nasıl saldırdıklarını görelim:

“İttihat ve Terakki, daha baştan feodal-komprador iktidarla uzlaştı. Bunun sonucu olarak halk yığınlarının demokratik mücadelesini bastırmaya yöneldi.

“(…)

“Komprador burjuvazinin yönetimi altına giren İttihat ve Terakki, işçileri, köylüleri ve çeşitli azınlık milliyetlerini ezdiği gibi, içinden yükseldiği milli burjuvaziyi de baskı altına alan bir diktatörlük kurdu, Turancılık ideolojisiyle Alman emperyalistlerinin Asya’daki yayılma siyasetine hizmet etti.

“Bütün ülkeyi saran grev dalgası karşısında İttihatçı iktidar telaşlandı. Devrimin üzerinden bir yıl geçmeden Alman emperyalistlerinin baskısıyla Adliye Vekâletinde danışmanlık yapan Kont Ostrog’un hazırladığı “Tatil-i Eşgal Kanunu”nu çıkarttı. Bu kanunla grevi ve sendika kurmayı yasakladı. 1908 Devrimi’yle kazanılan hakları gasp etti.

“1908’de İngilizlerin Aydın demiryolu hattında ve Fransızların Kasaba hattında grev yapan işçilere ateş açıldı. Birçok işçi tutuklandı. İşçiler hapse atılan kardeşlerini kurtarmak için Alsancak İstasyonunda direnişe geçtiler. Jandarma işçilere kurşun yağdırdı. Bir işçi şehit oldu, birçoğu yaralandı. Grevin büyümesinden korkan hükümet, takviye olarak Mecidiye zırhlısından karaya asker çıkarttı. Anadolu, Bağdat, Şark demiryolu şirketleri ve Şirketi Hayriye işçilerinin mücadeleleri, ordu birlikleri ve atlı polisler tarafından zorbalıkla bastırıldı. Ereğli’de çok kötü şartlar altında çalışan maden işçileri, tedavi paralarının ücretlerinden kesilmesine karşı çıkınca, İttihat ve Terakki hükümeti Fransız şirketinin isteği üzerine işçilere avcı taburlarını saldırttı.

“31 Mart gerici ayaklanmasını fırsat bilen hükümet, ilan ettiği sıkıyönetimle bütün halk ve işçi sınıfı üzerinde baskısını ağırlaştırdı. Patronlar, işçilerin mücadelelerle elde ettikleri hakları yok etmeye çalıştılar. Birçok işçi kuruluşu kapatıldı. Buna rağmen, işçi sınıfımızın mücadelesi devam etti. Tütün, gıda, madencilik işletmelerinde çalışan işçiler greve gittiler. İttihat ve Terakki hükümeti 1913 yılında devrimci teşkilatlara ve işçi sendikalarına karşı azgın bir saldırıya geçti. Bütün teşkilatları dağıttı. Devrimci önderleri tutuklayıp sürdü. İlerici gazeteleri kapattı. Sendikaları yasakladı.

“İttihatçı kompradorlar, toprak ağaları ve tefecilerle birleşerek geniş köylü kitlelerini de baskı altına aldılar. Gelirleri emperyalist tekellere ayrılmış olan ağır vergilerle köylüleri sömürdüler. Bir yandan toprak ağalarının mülkiyetini sağlamlaştırırken, diğer yandan da iç pazarı emperyalizme daha fazla açmak ve emperyalizmin geniş halk yığınları üzerindeki sömürüsünü arttırmak için kanunlar çıkarttılar.

“Komprador feodal diktatörlük milli azınlıklar üzerinde de baskı ve katliam uyguladı. Doğuda yüz binlerce Ermeni’yi katletti, geri kalanlarını da yurtlarından sürdü. Arap ve Kürt milliyetlerine çeşitli baskılar uyguladı.

“Ve Türkiye’nin Yağması Devam Etti

“1908’den sonra borçlanma devam etti. Emperyalizme yeni imtiyazlar verildi. Düyun-u Umumiye’nin tahakkümü daha da ağırlaştı. Talandan kimin daha çok pay alacağı meselesi, emperyalistler arasındaki mücadeleleri şiddetlendirdi.

“1908’lerden sonra Osmanlı pazarlarına giren Almanya, hızla yeni imtiyazlar elde ederek, durumu İngiltere aleyhine geliştirdi. Düyun-u Umumiye kurulduğunda ancak yüzde 3 hisseye sahip olan Almanya, 1914’te bunu yüzde 33’e yükseltti. Aynı dönemde İngiliz hisseleri yüzde 29’dan yüzde 5’e indi. Fransa bu mücadelede Almanya karşısında durumunu koruyabildi. Hatta hisselerini yüzde 40’tan yüzde 58’e çıkardı. Bununla beraber Almanya bir yandan gönderdiği askeri heyetlerle, öte yandan malzeme ve teçhizat bakımından Osmanlı ordusuna hakim oldu.

“1911 yılına kadar İngiliz ve Fransız emperyalistlerine dayanan komprador feodal iktidar, 1911’den sonra hızla Alman emperyalistleriyle işbirliğini geliştirdi. 1913’de ‘Alman silahlarının değişmez satın alma komisyonu başkanı’ Mahmut Şevket Paşa sadrazam oldu.

“Halkın ve milli burjuvazinin muhalefetini ezen Talat, Enver ve Cemal Paşalar yönetimindeki komprador-feodal İttihat ve Terakki diktatörlüğü, Alman emperyalistleriyle birlikte ülkemizi Birinci Dünya Savaşı’na soktu.” (agy, s. 148-150)

Evet, yoldaşlar. İşte tekrar tekrar gördüğümüz gibi Bin Kalıplı, böyle durup dinlenmeksizin kalıp değiştirir.

1908 Meşrutiyet Devrimi’yle ve onu tamamlayan 1909 Devrimi’yle iktidara gelen Komprador Burjuvazidir. Yukarıda Bin Kalıplı’nın da naklettiği zulümleri, sömürüleri muhakkak ki yapmıştır. Özü burjuva devrimi. Hem de kökü dışarıda olan Komprador Burjuvazinin sınıf karakteristiğini vurduğu bir devrim.

Bunun ilericiliği, Feodaliteye karşı daha üst bir sosyal sistemi temsil eden Burjuva Devrimi oluşundadır. Gördüğümüz gibi bu devrime de Ordu Gençliği’miz önderlik etmiş, devrimde vurucu güç rolü oynamıştır. Buradan bizim çıkarmamız gereken ders, Kıvılcımlı Usta’nın da tekrar tekrar belirttiği gibi Ordunun Tarihimizdeki tüm devrimlerde vurucu güç olarak görev yaptığını çok canlı bir biçimde göstermesidir.

Bunu takip eden 1919-1923 Devrimi’nde de yani Antiemperyalist Birinci Milli Kurtuluş’ta aynı Ordu Gençliği devrimin ön safında vurucu güç olarak yerini almış ve rolünü oynamıştır.

Bu Türk Devrimlerini yeterince anlamak için Kıvılcımlı Usta’nın “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” adlı eserine başvurmalıdır arkadaşlar.

Bin Kalıplı, her konuda olduğu gibi işte bu konuda da bir uçtan diğerine zıplayıp durmaktadır. Onda sağlıklı bir görüş, kavrayış olmaz. Çünkü onun derdi gerçeği olduğu gibi görüp kavramak, tahlil etmek, oradan sonuçlar çıkarmak değildir. O, duruma ve şartlara göre kendi siyasi rantına en uygun düşecek pozisyonu almayı düşünür öncelikle. Sonra da ele aldığı olayı o pozisyona uydurmaya çalışır. İşte bu sebepten de zaman ve şartlar değiştikçe o da ha bire kalıp değiştirir.

Son durumunu ya da kalıbını gösteren kitabından aktardığımız bölümlere dikkat edersek; orada artık 1908 Devrimi’nin sınıf karakterinden hiç söz edilmez. Sadece devrime övgüler düzülür. Komprador Burjuvazinin halka ne gibi zulüm uyguladığından da asla söz edilmez. Paso övgüdür artık satırları…

Övgüler sayfalar boyu aralıksız sürer. Ama hiç sosyal sınıf gerçeğinden bahis açılmaz. Sanki sınıflarüstü bir şeydir anlatılan olaylar. Görelim:

“İttihat Terakki, bir devrim gerçeğidir ve bir Türkiye gerçeğidir. Her olgu gibi bir kökü var. Aslında İttihat Terakki’nin kökü, Namık Kemal ve beş arkadaşının Belgrat ormanlarında oluşturduğu gizli örgütlenmeye kadar uzatılabilir.

“Padişahın despotluğu vardır ve her halkçı, her demokratik amaçlı örgütlenme zamanın koşullarında gizli olmaya mecburdu. Atatürk de onların arasındaydı. Gizli örgütlenme, o gün özgürlükçü olmanın, vatansever olmanın gereğiydi.

“Bu öncü örgütlenme, hep halka güvendi; milleti savundu, öncüleri bir araya getirdi. Onlara “fedailer” de denebilir. Türk Devrimi’nin fedailer geleneği böyle oluştu.

“Bugün 21. Yüzyılın başında, dönüp arkamıza baktığımız zaman, Türkiye’de bağımsızlık adına, demokrasi adına, hürriyet adına ne varsa, hepsi işte o öncü parti geleneğinin halkı seferber etmesiyle kazanıldı.

“Bugün Türkiye’yi içinde bulunduğu karanlıklardan ve çöküşten kurtaracak olan, yine o gelenektir.

“İttihat Terakki, 1918 yenilgisiyle bir kayaya dayandı ve kendisini feshetti. Zamanın öncü devrimcileri İstiklal Savaşı’na önderlik etmek için Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni örgütlediler. Mustafa Kemal Paşa, bu partinin başına geçti. Atatürk 1931 yılı Mayıs ayında toplanan 3. Büyük Kongre’de CHP’nin Eylül 1919’da Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin Sivas Kongresi’nde kurulduğunu heyecanlı bir dille anlatır.

“Ne denirse densin, kurulan parti, aslında İttihat ve Terakki Partisi’nin devamıdır. Dost da düşman da bunun böyle olduğunu bilir.

“Program aynıdır; Türk Devrimi’nin pratiği içinde oluşturulmuştur.

“Kadrolar, Atatürk de içinde olmak üzere o partinin kadrolarıdır.

“Parti, bir öncü partidir; fedakâr öncülerden oluşur; merkeziyetçidir ve disiplinlidir. Ülkenin bağımsızlığına ve halka bağlılık kadroların en yüksek ahlaki değeridir. Kendisini vatana ve millete adamış fedakârlar ve fedailer; bu ruhla emperyalizme ve padişaha asi olarak Anadolu bozkırında bir araya gelmişler; amaçları için hayatlarını ortaya koymuşlardır.

“Bu örgüt, emperyalizm ve padişah hükümeti açısından yasadışıdır; önderleri idamlıktır. Devrimi işte bu öncü parti, bu gelenek gerçekleştirmiştir. Gerçek budur.

“Kör çıkmazlardaki çözümün gücü halktır.

“Halka önderlik edecek örgütlenme ise ancak ve ancak öncü parti geleneğidir.

“O parti, sistemin “kitle partisi” dediği türden değildir; öncü devrimcilerden oluşur; halkı seferber eder ve devrimi gerçekleştirir.

“İttihat Terakki; Namık Kemal’lerden kalan mirasla, işte bu modeli oluşturmasıyla da büyük tarihi önem taşır.

“O model, 21. yüzyıl koşullarında bugün de geçerlidir. Önümüzdeki süreç, bir kez daha bunu kanıtlayacaktır.” (age, s. 173-174)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, artık neredeyse yere göğe sığdırılamaz İttihat ve Terakki. Ve yine dikkat edersek, “Bugün Türkiye’yi içinde bulunduğu karanlıktan ve çöküşten kurtaracak olan yine o gelenektir”, diyerek bir devrimci gelenekten söz ediyor.

Kim taşıyormuş o geleneği?

1908’de, 1923’te o devrimlerde vurucu güç rolü oynayan genç subaylar. Ve Jöntürk gelenekli aydınlar.

Fakat yine söylediğimiz gibi, o geleneği Tanzimat’a, Genç Osmanlılar’a dayandırıyor Bin Kalıplı. Hem de hiçbir tarihi, sosyal, sınıfsal temele değinmeden. Yani o gelenek Bin Kalıplı’ya göre toplumun sadece üst yapısında oluşmuş. Bir sınıfsal, tarihsel kökeni yokmuş. Bir anda ortaya çıkıvermiş.

Bin Kalıplı, Kıvılcımlı’ya alçakça saldırdı ya; işte o saldırısını, o namussuzluğunu, düzenbazlığını gözden kaçırıp kendini fasulye gibi bir nimet olarak satabilmek için ne tarihi sosyal tabana iner ne de Osmanlı’nın kuruluş günlerine gider.

Devrimlerde vurucu güç rolü oynayan bu kişilerin sınıf yapısı nedir?

Küçükburjuva.

Bin Kalıplı’ya göre küçükburjuvalar devrimler yapıyorlar, devrimci gelenekler oluşturuyorlar ama tarihsel ve sınıfsal bir dayanakları olmuyor. Böyle bir şey olabilir mi? Dünyanın neresinde küçükburjuvalar böyle kendi kendilerine tarihüstü, toplumüstü, sınıflarüstü devrim yapmışlar?

Bin Kalıplı’nın dayandığı en son nokta; Genç Osmanlılar, Namık Kemal ve arkadaşları.

Bunların ideolojileri ne?

Osmanlı’yı reforme etme.

Namık Kemal’inse savunduğu ideolojik sistem gericidir. Namık Kemal “İttihad-ı İslâm”-İslam Birliği taraftarıdır. Bu adla makale yazmış, bu görüşünü işleyen “Celaleddin Harzemşah” adında oynanmak için değil de kendi ifadesiyle “okunmak için” bir tiyatro oyunu yazmıştır. Bu eserinde İslam Birliği düşüncesini sanatsal bir form içinde etkileyici biçimde ortaya koymasından etkilenen 2. Abdülhamit, Namık Kemal’i “Bâlâ Rütbesi Nişanı” ile ödüllendirmiştir.

27 Haziran 1872 tarihli İbret Gazetesi’nde yayımlanan İttihad-ı İslam başlıklı makalesinden de bir örnek verelim, birkaç satır aktararak:

“Lâkin maksat İttihad-ı İslâm olunca bittabi hudud-ı Osmaniye derûnuna inhisar edemez. Ve o kadar umumî tutulacak bir arzunun beka ve revacı ise zann-ı acizânemizce ancak siyaset ve mezhep devâ’îsinden bütün bütün tecrîdiyle hâsıl olabilir.” (agy)

Günümüz Türkçesiyle:

“Fakat amaç İslam’ın birliği olunca doğaldır ki Osmanlı sınırları içine hapsolunamaz. Ve o kadar genel tutulacak bir arzunun kalıcılığı-ölümsüzlüğü ve yaygınlığı ise kanımca ancak siyaset ve mezhep isteklerinden  (çıkarlarından) bütün bütün arındırılmasıyla gerçekleşebilir-sağlanabilir.”

İşte bu ümmetçi, dolayısıyla da Ortaçağcı ideolojisinden dolayı bugünün Nurcuları yani Said Nursi Tarikatı mensupları Namık Kemal’i benimserler. Görelim onu da:

Risale-i Nur’da Namık Kemal

“Vefat yıldönümü (02.12.1888) münasebetiyle…

“Bediüzzaman, Muhakemat isimli eserinde “Büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür” der. Dolayısıyla Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserinin Yedinci Cinayet kısmında bahsi geçen Sultan Selim, Şeyh Cemaleddin-i Efgani, Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Süavi, Hoca Tahsin ve İttihâd-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’e “İttihad-ı İslâm”a (İslâm Birliğine) sahip çıktıkları noktadan ele almıştır. Yoksa ismi geçen zatların her biri diğer insanlar gibi bazı kusurlara sahip olabilirler. Ama bu, onların İttihad-ı İslâm gibi önemli bir konuda isabetli fikirler taşımalarına engel değildir. Hatta yeri gelmişken, Üstadın “fena ve fani bir adamın güzel ve baki şöyle bir sözü var” diyerek iktibas yaptığına da dikkat çekelim.

“(…)

“Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm fikrinde selefleri arasında saydığı Namık Kemal, eserlerinde ittihad-ı İslâmın önemini ve lüzumunu açık ve kararlı bir şekilde ifade etmektedir. Özellikle Magosa’da yazmaya başladığı, ancak uzun bir aradan sonra 1881 yılında Midilli’de tamamlayabildiği “Celâleddin Harizmşah’’ isimli eserinde İttihad-ı İslâm görüşlerini net bir şekilde görmek mümkündür. Türk Edebiyatının tiyatro formunda yazılan ilk eserlerinden olan Celâleddin Harizmşah’ta, Moğol istilâsına karşı, İslâm birliği fikri Celâleddin’in ağzından çok kuvvetli bir şekilde ve İslâm âlemini koruyabilecek en önemli düşünce olarak ifade edilmektedir. Bu eser, Namık Kemal’in üzerinde en çok çalıştığı ve en çok sevdiği eseridir. Ölümüne yakın yıllarda yazdığı bu eserde Namık Kemal’in, İttihad-ı İslâm düşüncesini tamamen benimsediği ve Osmanlı Devleti’nde görülen problemlerin çözümünün de ancak bu yolla olabileceği noktasına geldiği görülmektedir” (http://www.saidnursi.de/risale-i-nur/risale-i-nur-isiginda/10840-risalei-nurda-namik-kemal.html)

“Bediüzzaman, İttihad-ı İslam düşüncesinde Namık Kemal’i, selefleri arasında sayar. Namık Kemal, eserlerinde İslam birliğinin önemini ve lüzumunu açık ve kararlı bir şekilde ifade etmektedir. Özellikle Magosa’da yazmaya başladığı, ancak uzun bir aradan sonra 1881 yılında Midilli’de tamamlayabildiği ‘‘Celaleddin Harizmşah’’ isimli eserinde bu görüşlerini net bir şekilde görmek mümkündür.” (http://www.risalehaber.com/said-nursi-namik-kemal-selefimdir-73330h.htm)

“Bediüzzaman Said Nursî’nin hürriyet meselesinde etkilendiği düşünürlerden birisi olan Namık Kemal de İttihad-ı İslâm’ı savunan aydınlardandır. Namık Kemal, Osmanlı aydınları içerisinde İttihad-ı İslâm terimini ilk defa kullanan düşünürdür. (Hürriyet Gazetesi, 10 Mayıs 1869). Namık Kemal “İttihad-ı İslâm” adlı makalesinde Batı karşısında geri kalmış olan İslâm âleminin bu durumdan kurtulabilmesi için samimiyetle İttihad-ı İslâm idealine bağlanılması gerektiğini belirtir. Namık Kemal, İslâm âleminin geri kalmasının en büyük nedenlerinden birisinin Müslümanlar arasındaki tefrikalar (ayrılıklar) olduğunu söylemektedir. Ayrılıkların adâvet duygularından ve mezhep farklılıklarından kaynaklandığını belirtir. Bu yüzden İttihad-ı İslâm idealinin siyaset ve mezhep davalarının üzerinde yürütülmesi halinde arzu edilen neticelerin alınabileceği sonucuna ulaşır. Bu makalesinde Babıâli ve diğer İslâm ülkeleri arasındaki iletişim kopukluklarına işaret eder ve İttihad-ı İslâm’ın öncelikle Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve uhuvveti arttırmaya, ahlâkı güçlendirmeye yönelik bir hedef olduğunu, siyasetin üstünde bir nitelik arz ettiğini şu sözleriyle anlatır: “Demek ki, ehl-i İslâm, suret-i ittihadını politika ağrazında veya mezhep mücadelelerinde değil, vaiz önlerinde, kitap sahifelerinde aramaya muhtaçtır.” (http://fullislam.blogcu.com/ittihadi-islam-dusuncesi-bediuzzaman-ve-cagdaslari/5395593)

Çok açık bir şekilde görüldüğü gibi yoldaşlar, Namık Kemal de, Said-i Nursi de ümmetin kurtuluşunu İttihad-ı İslam’da görmektedirler. Tabiî Namık Kemal çağı gereği Osmanlı’nın kurtuluşunu da burada görmektedir.

İşte bu sebepten dolayı biz Namık Kemal’in savunduğu sistemi gericilik olarak, Ortaçağcılık olarak, ümmetçilik olarak değerlendirmekteyiz. Namık Kemal’in milletten anladığı modern anlamdaki millet değil, ümmettir. Yani millet kelimesinin Arapça karşılığıdır. Özetçe yoldaşlar, bu sistem Ortaçağcılıktır, gericiliktir.

Bu yönüyle Namık Kemal, bırakalım 1876’nın Birinci Meşrutiyetçilerini, 1856’daki Islahat Fermancılarını, 1839’daki Tanzimat Fermanı’nı Gülhane Parkı’nda okuyan Mustafa Reşit Paşa’dan bile geriye düşer. Onun (Paşa’nın) Padişahı Abdülmecit’ten, devamcısı Abdülaziz’den hatta daha eskilerde kalan 3. Selim’den ve 2. Mahmut’tan bile geriye düşer. Çünkü bu padişahlar ve Mustafa Reşit Paşa ve devamcısı olan Tanzimatçı paşalar Osmanlı’nın, Avrupa’nın ekonomik, teknolojik ve askeri gücü karşısında tutunamadığını görmüşler ve buna kendilerince çareler üretmeye çabalamışlardır. Yeniçeriliği kaldırıp onun yerine Batı tipi düzenli ordu kurmak istemişler ve kurmuşlardır. Ülkenin teknolojice gelişmesi ve teknolojiye dayanan bir donanma ve kara ordusu yaratmayı istemişler ve belli ölçüde de olsa başarmışlardır.

Tabiî bu padişah ve paşalar, Avrupa’nın, Osmanlı’nın feodal düzeninden daha ileri bir sosyal düzeni temsil eden Kapitalizme geçtiğini bilinçlice görememişlerdir. Ekonomik ve teknolojik gelişmenin bu zamana göre ileri ekonomik ve sosyal sistemden kaynaklandığını görememişlerdir. Feodal sistem içinde Batının ekonomik düzeyini, teknolojisini yakalamaya çabalamışlardır.

Yani hiç değilse geriliğin temel sebebinin ve Osmanlı’nın çöküşe doğru gidişinin işte bu ekonomik ve teknolojik gerilikten kaynaklandığını tespit edebilmişlerdir. O gerilikten kurtularak Osmanlı’yı güçlendirebileceklerini ummuşlardır.

Namık Kemal’se yukarıda gördüğümüz gibi, bu gerçekleri görüp kavramaz. Bunlara kafa yormaz. Ona göre kurtuluş “İttihad-ı İslam”dadır. Yani Ortaçağın ümmetçiliğindedir.

Peki Namık Kemal’in hiç mi tutulacak yanı yoktur?

Vardır. O da metodudur. O metot gördüğümüz gibi, örgütlenmeyi ve başkaldırmayı, isyanı öngörür.

Namık Kemal’e ve diğer Yeni Osmanlılar kapsamı içine giren aydınlara, bu devrimci metodu veren de aynı Tarihsel kökendir. Ayrıca da adlarını andığımız Osmanlı padişahlarına, paşalara memleketi, devleti kurtarmak için düşünme ve davranma, çabalama eğilimini veren de aynı Devrimci Gelenektir. Yani kökleri Osmanlılığın ilk kuruluş yıllarına giden, uzanan Devrimci Gelenektir. Osmanlı’yı kuran Kayı Boyu Türklerinin içinden çıkıp gelmiş oldukları İlkel Komünal Toplumdan getirdikleri gelenektir. İşte o gelenek, Usta’mızın da vurguladığı gibi bugün dahi Osmanlı’nın Seyfiye ve İlmiye kavramlarıyla adlandırdığı Ordu Gençliği’mizde ve bilim insanlarımızda canlı biçimde yaşamaktadır.

İşte bu geleneğe sahip Seyfiye ve İlmiye sınıflarımız devleti ve memleketi tehlikede gördükleri anda harekete geçmek isterler, çareler üretmek isterler. Devleti ve memleketi kurtarmak isterler. Sanki sosyal sınıflardan bağımsızmışçasına davranışta, atılımda bulunurlar. Ama bu bağımsızlık tabiî sadece görünüştedir. Onlara o eğilimi veren gelenek tâ eskideki İlkel Komünal Toplumdan kaynak alan gelenektir. Bildiğimiz gibi gelenek-görenekler de bir üretici güçtür.

Hiçbir gelenek gökten inmez, havadan gelmez. İlla ki tarihsel, toplumsal kaynağı olacaktır o geleneğin.

Tabiî burada Namık Kemal’in Vatan ve Hürriyet aşkı da bizim sahiplenebileceğimiz bir mirastır. Biz zaten de bu kapsamdaki mirasları sahiplenmişizdir. Ne diyordu Usta’mız?

“Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir”.

Tabiî Bin Kalıplılar böyle gerçeklere akıl erdiremezler. Onların zekâsı “bul karayı al parayı”cıların ya da en iyimser benzetmeyle çürük mallarını terazinin kefesine, oradan da kese kâğıdının alt kısmına ustaca yerleştirerek insanları kandırmayı amaçlayan sıradan düzenbaz Pazar esnafının zekâsı düzeyindedir. Onlar, var olan bu günlük pratik zekâlarını hep bu tür kandırmacalara, düzenbazlıklara harcarlar.

O sebeple de ne Osmanlı’yı bilirler, ne günümüz Türkiyesi’ni bilirler, ne Namık Kemal’leri bilirler, ne de Mustafa Kemal’leri.

İlkel Komünal Toplumdan gelen Osmanlı’yı kuran Gazi-Alplerimizdeki devrimci geleneği Kıvılcımlı Usta’ya namussuzca saldırabilmek için tümüyle reddedip Türk Ordusu’nun geçmişteki kökünü “Yeni Osmanlılar” adlı çökme çatırtılarıyla sarsılan Osmanlı’yı reforma uğratıp daha güvenli ve güçlü hale getirebilmek için kafa yoran küçükburjuva aydınlarına dayandırıp oradan devrimci gelenek üretmeye çabalayan Bin Kalıplı fırıldak, kalpazan parti hırsızı; bu burjuva metafizik anlayışından sonra bir de kalkıyor, Tarihsel Materyalizme sahip çıkmaya yelteniyor. A düzenbaz, sen bir avuç küçükburjuva aydının muğlak çabalarından gelenek üretip toplumu o gelenekle değiştirmeye, oradan devrimler üretmeye kalkmış bir zavallı akıldanesin. Bütün burjuva ahlâkçılar da aynen senin gibi kültürle, eğitimle toplumun ve dünyanın değiştirilebileceğini iddia ederler. Senin şimdi sığındığın tez de aynen budur. Tarihi geçmişten ve sosyal sınıflardan bağımsız, toplumun üstyapısındaki küçükburjuva aydın kuruntularından gelenek çıkarıp Tarihimizin o gelenekle değişip geliştiğini iddia ediyor. Tamam, bütün burjuva akademisyenler de aynen senin gibi yaparlar. Gerçi pek haklarını yemeyelim, ara sıra toplumun maddi temeline de ve Tarihin maddi gerçeğine de dokunurlar, bilinçsizce de, el yordamıyla da olsa. Sen onu bile yapmıyorsun. Sonra da kalkmışsın, Tarihsel Maddeciliği savunuyorum diye satıyorsun kendini. Şöyle der kalpazan:

“Madde, zaman içinde hareket eder. Her devrimin maddesi zamanın içinde birikir. Her toplum, ancak önündeki sorunları çözebilir. Ve elbette arkasındaki birikimle. Tarihe çalım atılamaz. Ve bütün devrimci atılımların kaynağı, yalnız ve yalnız tarihsel mirastır. Tarihin dışında hiçbir şey yoktur. Ve bu nedenle toplumları açıklayan teorinin adı, Tarihsel Materyalizm’dir.” (Doğu Perinçek, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Geliştirilmiş 4. Basım, s. 183)   

A düzenbaz, senin tezinde nerede madde?

Sen sadece toplumun kiremitliğinde-çatısında gezinip duruyorsun. “Bütün devrimci atılımların kaynağı yalnız ve yalnız tarihsel mirastır”, diyorsun. Doğru. Ama nerede sende tarihsel miras?

Sen onu alçakça rant hesapların yüzünden inkar ettin. Üstelik inkârla da kalmadın, doğruyu, gerçeği sana en somut kanıtlarıyla ve en anlaşılır biçimde anlatan Kıvılcımlı Usta’ya çirkefçe pıfkırdın, saldırdın. Tabiî o zamanlar, Mao Zedung Tarikatının müridiydin. O tarikat jargonuna göre Türkiye’deki devrimin önderine ve teorisine utanmazca, ahlâksızca çamur atmaya kalktın. Şimdi de metafizik kafanla, yakıştırma zırvalamalarınla teori yaptığını sanıyorsun. Sonra da kalkıp onu Tarihsel Materyalizm diye satmaya kalkıyorsun. Marksist teoriden bir iki doğru cümle kırpıp onlardan bir paragraf oluşturmakla kimi kandırmaya çalışıyorsun sen… Herkesi çevrendeki zavallı PDA müritleri mi sanıyorsun?

Bin Kalıplı’nın o zamanlar dayandığı merkez Pekin’deki ÇKP bürosuydu, Başkan Mao’ydu, Mao Zedung Düşüncesiydi.

Sonra, Mustafa Suphi, Etem Nejat ve Onbeşler’i sömürmeye kalktı, geçmişini onlara dayandırmaya kalktı.

Daha sonra Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve TKP’ye “Aydınlık”a dayanmaya kalktı.

Şimdi bunların hepsini unuttu, vazgeçti bunlardan. Hiç ağzına alıyor mu bu ad ve kavramları?

Hayır.

Şimdi, köken olarak sadece Namık Kemal ve Belgrat Ormanları’na dayanmaya çalışıyor, öyle takılıyor. Namık Kemal’i anlattık yukarıda.

Belgrat Ormanlarıysa iyidir bizce. En azından oksijeni boldur. İnsanın bedeninin yanı sıra ruhunu da dinlendirir, gönlünü ferahlatır. Tavsiyemiz, hep yaptığı gibi sadece sözünü edip durmasın Belgrat Ormanları’nın. Ara sıra gezinti de yapsın oralarda…

Yüreksizdir Bin Kalıplı belki korkabilir orada yaban hayvanları filan vardır, diye. Biz güvence verelim. Ne yazık ki pek kalmadı oralarda da o hayvancıklar. Olanlar da zarar vermezler insana…

Bin Kalıplılar, bırakalım gerçek tarihçileri, toplumbilimcileri, Osmanlı’yı, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında İngiliz Ordusu’nun bir subayı olarak Osmanlı topraklarında savaşmış, görev yapmış sıradan bir biyografi yazarı kadar olsun anlayamazlar, kavrayamazlar.

Bilindiği gibi Harold Courtenay Armstrong, Mustafa Kemal’in biyografisini ilk yazan kişidir.  1932 tarihlidir “Grey Wolf”-“Bozkurt” adlı kitabı.

Şimdi Armstrong’un bu kitabını ve Yunan tarihçi Nakracas’ın “Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni” adlı kitabını konu ettiğimiz bir konuşmamızdan bu meseleyle ilgili bölümü aktaralım. Yani Osmanlı’nın kuruluş süreciyle ilgili bölümü konu edişimizi:

“1932 yılında Mustafa Kemal’in biyografisini yazan ilk kişi İngiliz Armstrong, arkadaşlar. Ve Türk düşmanı bir yazar Armstrong. Arabistan cephesinde yüzbaşı olarak İngiliz Ordusu’nda savaşırken Osmanlı’ya esir düşmüş bir kişi. Sonra rüşvet vererek kaçıp kurtulmuş, bir yolunu bulmuş kurtulmuş, İngiltere’ye gitmiş. Ve Osmanlı çöküp İtilaf devletlerinin egemenliğine girdikten sonra da, İstanbul işgal edildikten sonra da gelip İngiliz yüzbaşısı olarak İstanbul’da görev yapmış bir kişi. Ve o zaman da Anadolu’ya silah kaçıran yurtseverlerin peşine düşmüş, onları yakalamış, yakalamaya çalışmış. Yani İstanbul’dan silah sevkiyatını engellemeye çalışmış bir kişi Armstrong. İşte 1932’de de bu biyografiyi yazıyor. Mustafa Kemal, İngilizcesini bulup getirtiyor bunun. Ve okutuyor Yusuf Hikmet Bayur’a. Hakaretamiz saldırılar var burada Mustafa Kemal’e. Okumak istemiyor Hikmet Bayur, zorla okutuyor Mustafa Kemal. O bile, Armstrong bile yazdığı Önsöz’de, Giriş diyor, o bile bütün bilinçsizliğine rağmen, Osmanlı’nın ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini az çok sezer, arkadaşlar. Sezer… İnanın şu Giriş’i okuduğunuz zaman, yani bizim Tarih Tezinin ışığında Osmanlı’ya ilişkin bu bakışımızın sezi biçiminde de olsa, çok yüzeysel bir anlayışını bulursunuz. Bu kişi sıradan bir tarihçi, bir yazar, arkadaşlar:

“İsa’dan sonra on üçüncü yüzyılda Büyük Kuraklık meydana geldi. Çin Seddi’nden Orta Asya’ya kadar bütün topraklar susuzluktan çatlayıp kavruldu ve bu topraklarda yaşayan kabileler sürüleri için yeni topraklar aramak üzere yollara düştüler. Bunların arasında, sancaklarının üzerinde bir Bozkurt başı olan, Süleyman Şah önderliğindeki Osmanlı Türkleri de vardı.

“Geniş Moğol suratlarındaki çekik gözleri ve hayvanca güçleriyle, bu Osmanlı Türkleri zalim ve ilkeldiler. (Tabiî Medeni İnsan, İlkel Sosyalist İnsanı böyle değerlendiriyor, değerlendirecek. – N. Ankut) En azından vahşi Orta Asya topraklarının uçsuz bucaksız steplerinde avlanan bozkurtlar kadar acımasız ve gaddardılar. Gene de, göçebe yaşamlarının sunduğu tehlikeler ve risklere karşı, önderlerine kayıtsız şartsız boyun eğecek kadar disiplinliydiler.” diye gidiyor.

“Yani bir Göçebe Çoban Toplum olduğunu anlatıyor burada Osmanlı’yı kuranların, arkadaşlar, bu yazar.

“Önlerinde can çekişmekte olan imparatorluklar buldular. Yozlaşmış Selçuklu İmparatorluğu, Bağdad ve Halifelerin yıpranmış Arap İmparatorluğu ile köhnemiş Bizans. Bu imparatorlukları paramparça edip fethettiler.

“Süleyman Şah’ın ölümünden sonraki üç yüzyıl içinde, onun onuncu halefi olan Kanuni Sultan Süleyman, Adriyatik kıyılarındaki Arnavutluk’tan İran İmparatorluğu sınırlarına ve Mısır’dan Kafkasya’ya dek uzanan koskoca bir imparatorluğu adalet ve dirayetle yönetmeye başlamıştı bile.”

“diye devam ediyor.

“Yani arkadaşlar, bütün düşmanlığına rağmen, bakın o yazar bile diyor ki, Kanuni Sultan Süleyman koca imparatorluğu “adalet ve dirayetle” yani beceriklilik ve başarıyla yönetmeye başlamıştı. Ama sonradan, arkadaşlar, derebeyleştiğini de yine sezi halinde anlatır:

“(…) Bir istisna dışında (yani Kanuni’den sonra. – N. Ankut), ondan sonra gelen yirmi yedi padişahın her biri bir öncekinden daha da dejenere idi. Yönetimi saray haremi, iç oğlanları ve hadım ağaları ele geçirdi. İyi bir önderden yoksun kalan Türkler, tüm insanlıkla aynı sıraya girdi.”

“Yani tüm insanlıkla aynı sıraya indi, diyor. Ondan önce tüm insanlığın daha üst bir aşamasındaydılar, düzeyindeydiler.

“Neydi bu?

“İlkel Sosyalist Geleneklere sahip oldukları dönemdi, arkadaşlar. Onu söylemiyor ama böyle bir gücün olduğunu söylüyor. E, biz bunun, Marksist Tarih anlayışımız ve Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ışığında, İlkel Sosyalist Gelenekler olduğunu koyuyoruz, buluyoruz.

“(…) aynı sıraya girdi. Yapılarındaki çelik doku yok olmuştu. (Bakın, ne güzel bir anlatım: “Yapılarındaki çelik doku yok olmuştu.”. – N. Ankut) Enerjilerinden ve canlılıklarından eser kalmamıştı. (Derebeyleşince, artık çıkar ilişkileri ön plana geçince, özel mülkiyet duygusu ön plana geçince, insanlar işte böyle çürür. – N. Ankut) Soy ve ahlâk açısından çürümüşlerdi. Egemenlikleri altındaki bağımlı halklar, onlara başkaldırdılar. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler. (Yani giderek Osmanlı’nın çürümüşlüğünü, dökülmüşlüğünü, artık giderek çatırdamaya başladığını anlatıyor. – N. Ankut)

“Bu imparatorluğun artık dağıtılması gerektiğine kani olan Hıristiyan güçler, onu baskı altına alıp, cesaret edebildikleri parçalarına ele koymaya başladılar. Kırım’ı ve Kafkasya’yı ele geçiren Rusya, İstanbul ve Akdeniz’e açılan yolu olan Boğazlar üzerinde hak iddia etmeye başladı. Fransa, Suriye ve Tunus’a el attı. İngiltere, Mısır ve Kıbrıs’ı işgal etti. Yeni ve gelişmekte olan Almanya, diğer rakiplerini saf dışı eder etmez ülkeyi kendi başına ele geçirme ümidiyle, tüm Avrupa’ya karşı Sultan’ın, yani II. Abdülhamid’in yanında saf tuttu. Bu ulusların hepsi Osmanlı’dan özel haklar ve ekonomik ayrıcalıklar talep etmekteydi.

“Birer akbaba kadar açgözlü olan Hıristiyan Güçler, büyük bir iştahla imparatorluğun sonunu gözlemekteydiler. Birbirlerinden çekinerek de olsa, tohumlarını ektikleri akla ziyan Dünya Savaşı felaketi öncesinde, her birinin haset dolu gözleri diğerlerinin üzerindeydi.” (Armstrong, agy, s. XI-XII)

“Arkadaşlar, burada Birinci Emperyalist Büyük Yağma Savaşı’nın sebebini de koyuyor Armstrong. Yani bütün mesele, Osmanlı’dan en büyük payı kimin kapacağı. Birinci Büyük Emperyalist Yağma Savaşı’nın en büyük nedeni bu. Böyle gidiyor, zamanımız yok, gerisini okumaya.

“Yine Georgios Nakracas adında bir Yunanlı yazarın, günümüz yazarının “Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni” adında çok ciddi, değerli bir incelemesi var. Buradan kısa bir bölüm okumak istiyorum. Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın neden genişlediğini, neden yayıldığını, neden kolayca büyük fetihler yaptığını, zaferler kazandığını anlatıyor:

“Bizanslılar 1071 Mancikert (Malazgirt) savaşında bozguna uğradıktan sonra, bunu izleyen 10 yıl içinde Anadolu’nun siyasi haritasında dramatik değişmeler oldu. Bu süre içinde Selçuklu Türkleri Nikaiya’ya (İznik) ulaşarak, neredeyse tüm Anadolu’yu ele geçirdiler. İznik, sultan Alp Arslan’ın ilk başkenti oldu. Bu devletin toprakları dışında Dardanel (Çanakkale), Küçük Ermenistan ve Trabzon bölgeleri kaldı.

“Engel tanımadan ilerleyen Selçuklu Türkleri, Arapların önceki 300 yıl içinde başaramadıklarını 10 yıl içinde başardılar. Bibliyografyada Selçuklu Türkleri ile Bizanslılar arasında cereyan eden önemli bir savaştan söz edilmemektedir. Bu olay, Anadolu topluluklarının istilacılara karşı neredeyse hiç direniş göstermediklerine işaret etmektedir.

“Anadoluluların Selçuklu istilacılarına karşı hiçbir askeri direniş göstermemeleri, önceki Bizans döneminde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin çok düşük bir düzeyde oluşuna bağlanmaktadır. Bilinen bir olay, Makedon Hanedanının hüküm sürdüğü yıllarda, derebeylerin, imparatorların da katkısıyla, küçük toprak…”

“Selçuklular da aynı süreçten geçiyor, tıpkı Osmanlı gibi. Yazar Selçuklu’yu anlatıyor burada öncelikle. Yani o da İlkel Komünal toplumdan gelip, derebeyleşip çürüyor ve Osmanlı tarafından ortadan kaldırılıyor.

“Evet… “(…) Makedon hanedanının hüküm sürdüğü yıllarda, derebeylerin, imparatorların da katkısıyla küçük toprak sahiplerini tam anlamıyla ezdikleri ve onları toprak kölelerine dönüştürdükleridir. Makedon Hanedanı yıllarında Anadolu Bizans toplumunda mülkiyet ilişkilerindeki değişiklik şu yolla gerçekleşmişti: Büyük çiftliklerde ve Kilise topraklarında yapılan üretim her çeşit vergiden muaf tutulurken, küçük üreticilere % 90’lara varan çok ağır vergiler konuyordu.”

“Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar, küçük üretmenler ürünlerinin yüzde doksanını vergi olarak ödüyorlar Bizans’ta. Ama büyük çiftlikler ve kilise toprakları vergiden muaf tutuluyor. İşte çürümüş derebeyi medeniyetlerinde üretmenler böylesine baskı ve zulüm altında bulunurlar.

“Bu ezici vergilendirme yüzünden özgür üreticiler kendi başlarına var olmayı sürdüremiyor ve topraklarını gönüllü olarak derebeylerine bağışlayıp, geçinebilmek için toprak kölesi olmayı yeğliyorlardı. Derebeyleri ise, boyun eğmeyen az sayıdaki özgür rençperleri, “sopalılar” diye adlandırılan adamlarının yardımıyla ikna ediyorlardı. (Gönüllü boyun eğmeyenleri dayakla yola getiriyordu, diyor, arkadaşlar. – N. Ankut) Çimiskes’ler, Phokas’lar, Bardas’lar gibi imparatorlar veren Bizans aristokrasisinin bu toplumsal politikası, Anadolu’nun en büyük bölümünde Bizans yönetiminin sona erişine de damgasını vurdu.”

“Yani bu zulüm politikası, Anadolu’nun en büyük bölümünde Bizans’ın sona erişine damgasını vurdu, diyor.

“Alparslan’ın Malazgirt zaferinden sonra da bildiğimiz gibi Selçuklular hızla Anadolu’yu ele geçirdiler, Bizans’ı Anadolu’dan silip süpürdüler.

“Bizanslı yazar Khionates’in (arkadaşlar, bunun ünlü bir tarih kitabı da var, Khionates’in. – N. Ankut) anlattıklarını, Fotiadis şöyle yorumlar: “(…) böylelikle sonunda Helen kentleri tümüyle barbar sömürgeleri olmayı yeğliyorlardı ve vatanlarını seve seve ödün olarak verdiler.” (Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, Belge Yayınları, s. 51-52)

“Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar, Kent Üretmenleri, Barbar Toplum dediği İlkel Komünal Toplum insanlarını seve seve kabulleniyorlar ve vatanlarını gönül rızasıyla onlara veriyorlar.

“Niye?

“Çünkü o Barbarlar geldiği zaman, bunları derebeylerin zulmünden kurtarıyor. Bunu, kendisinin Bizans’ın varisi olduğunu iddia eden Yunanlı bir yazar anlatıyor. İşte Selçukluların geçtiği bu süreçten, Osmanlılar da aynen geçtiler.

“Şimdi bu yazarların gördüğünü bile, (hiç de solculuk iddiası yok bu yazarın, bir burjuva tarihçisi) bizim küçükburjuva sahte sollar göremiyorlar. Göremiyorlar, çünkü yok o teorik güç kendilerinde. Ve yine ömrünü Osmanlı Tarihine, Bizans Tarihine vermiş Tarihçilerimiz de göremiyor. Ve Marksizmin-Leninizmin ve Hikmet Kıvılcımlı’nın ideolojisinin şaşmaz ışığı altında, sadece biz görüp teorik zeminine oturtabiliyoruz olayları. Yani olayı olduğu gibi kavrayabiliyoruz. İşte Kıvılcımlı böylesine büyük işler başarmış, büyük teorik mucizeler yaratmış, insanüstü emekler ortaya koyabilmiş bir devrimci, arkadaşlar.” (Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi Işığında Dünya ve Türkiye, Derleniş Yayınları, Temmuz 2009, cilt: III, s. 359-363)

Bin Kalıplı pervane işte bu yabancı yazarların Osmanlı’nın kuruluşunu ve gelişmesini ve bunun tarihsel, toplumsal sebeplerini gördüğünün binde biri kadar olsun göremez, kavrayamaz, anlayamaz. Belki tekrara düşüyoruz yoldaşlar ama o hiçbir toplumsal sorunu doğru görüp kavrayamaz. O aslında bir şaklabandır, soytarıdır, şarlatandır.

Şimdi yoldaşlar, Kıvılcımlı Usta’nın Ordu Gençliği bizim devrimimize de Tarihteki devrimlerde olduğu gibi Vurucu Güç olarak ön safta yerini alacak, İşçi Sınıfımızın ve yoksul köylülüğümüzün yanı başında gerici iktidara karşı devrimci rolünü oynayacaktır, tezini dolaylı biçimde de olsa doğrulayan Batılı gözlemcilerin değerlendirmelerini içeren satırlar aktaralım. Bu konudaki kaynak kitabımız “Amerikalı, Fransız, Rus Gözüyle 1960 Türk İhtilali” adını taşımaktadır. Kitabın yazarı Walter F. Weiker’dır. Kitap 1967’de Türkçeye çevrilerek Cem Yayınevi’nden yayımlanır. Şöyle bir bölüm vardır kitapta:

“1966 yılında Fransa’daki Dijon Üniversitesinin hukuk ve Siyasal Bilimler Fakültesi ile Siyasi Münasebetleri İnceleme Merkezi tarafından, “Sosyal birliği gerçekleşmemiş memleketlerde Ordu’nun askerlik görevi dışındaki rolü ve etkileri” konulu bir açık oturum düzenlendi.

“Her ülke için olduğu gibi, önce bir raportör Türkiye’nin genel durumunu, Ordu’nun 27 Mayıs’ta, daha önce ve daha sonraki tutumunu, kendi görüşlerini de katarak uzun uzun anlattı. Bu raportör, adı “E…” diye belirtilen, ama kimliği açıklanmayan, Fransız Ordusu’ndan bir albaydı.” (age, s. 201)

Şimdi bu Fransız albayın sunduğu rapordan bir bölüm görelim:

“(Türkiye’de – Nurullah Ankut) Astsubay sayısı pek azdır ve ordunun bu açığı, mesela bizde (Fransa’da – N. A) bu sınıfa eleman veren orta tabakanın Türkiye’de bulunmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

“Astsubay yokluğunun veya azlığının sonucu olarak subay sayısı çok fazladır ve gene bu yüzden, Türk subayı uysal erleri ile pek yakından temas halindedir. Subay babacandır, hoyrat değildir. Ve Türk Ordusunda kişisel meselelere, emri verenle alan arasındaki anlaşmazlıklara ve mutad trajedi sahnelerine rastlanmaz.

“(…)

“Pek az astsubayı bulunan Türk ordusunda subay, erle içli dışlı yaşar. Böylece onların cehaleti hakkında fikir sahibidir; çektikleri sefaleti, işsizlik ve açlık korkularını bilir; kısası, erlerinin içinde bulunduğu sosyal adaletsizliği anlayabilecek mevkidedir. Kurmay subay üniversite profesörü ile anlaşır, zira çıkarcı bir liberal zümre hariç, büyük fikirlere ancak onlar sahip çıkabilir; birlik subayı öğretmenle anlaşır, çünkü kişisel çıkarı her türlü çözüm yoluna karşı olan eşraf dışında, Türk köylüsünün ve işçisinin maddi ve manevi sefaletini bilenler yalnız onlardır.

“Türk subayı benimsemesi gereken rolü ve ülkesine karşı görevini müdriktir Kemalisttir, çoğu zaman halkçıdır… Türk subayının sosyal rolü işte buradadır.” (age, s. 211-214)

“Harp Akademisindeki imtihanların ilkine girmeden önce, kurmay olmaya niyetli genç subayların çoğu üniversiteye, özellikle Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerine yazılırlar. Bu subay-öğrencilerin daha sonra yedek subay olacak ‘sivil’ üniversite öğrencileriyle birlikte sokak gösterilerine katılmaları az rastlanır bir durum değildir. Bu subaylar, diğer hiçbir Doğu Akdeniz memleketindeki benzerleri ve kendi memleketlerindeki hiçbir sosyal sınıfla kıyaslanmayacak kadar, üniversite mensuplarıyla kültür bakımından yakınlık gösterirler ve devamlı temas halindedirler.” (age, s. 213)

“27 Mayıs 1960 ihtilalinin en dikkate değer özelliği, yüksek rütbeli subayları da peşlerinden sürükleyen, üniversitenin hocaları ve öğrencileriyle bir görüşte birleşen genç subaylar tarafından yapılmış olmasıdır.” (age, s.218)

“Türk subayları, özellikle genç olanları, Amerikalıların gerek orduları, gerek memleketlerinin ekonomileri üzerinde gittikçe artan hâkimiyetinden tedirgindiler… Demek ki diğer Arap memleketlerinde olduğu gibi, Türk subayları da Amerikalı ‘müttefik’e karşıydılar.” (Bu paragraf yazarın kendisine aittir – N. A) (age, s.139)

Görüldüğü gibi yoldaşlar, yabancı askeri uzman gözlemciler ve yazarlar bile Türk subayının halk çocuklarından oluştuğunu, bu sebeple de halkın çektiği sefaleti, sıkıntıları, acıları yakından bildiğini, halkçı ve Mustafa Kemalci olduğunu tespit ediyor.

Bin Kalıplı ise yukarıda gördüğümüz gibi 1969’dan itibaren Türk Ordusu’na saldırmakla geçirir uzun yıllarını. Tabiî Batılı adamlar gerçeği görmek, ona göre tutum almak istiyorlar. Bilimcil davranıyor onlar. Bin Kalıplı’nın ve avanesininse bilimle filan ilgileri yoktur. Onlar o yıllarda mitomanik kalpazan şeflerinin peşinde habire Mao Zedung Düşüncesi, Sovyet Sosyal Emperyalizmi, Yeni Çarlar, İki Süper Devlet sakızı gevelemektedirler. Meczup dervişler gibi Mao Zedung Tarikatının soyut, uydurma, yakıştırma zırva sloganlarını tekrarlayıp durmaktadırlar. Bu nedenle de Türk Ordusu da baş düşmanları arasındadır o dönemde.

Kaldı ki yoldaşlar biraz isteselerdi gerçeği görmeyi, gün gibi aşikârdı gerçek. O yıllarda tıpkı sivil-aydın gençliğimiz arasında olduğu gibi Asker Gençlik arasında da devrimci düşünceler hızla yayılıyordu. 69 deniz subayının imzaladığı bildiri hatırlardadır. Sadece denizciler arasında değil, karacılar ve havacılar arasında da devrimci düşünceler benimseniyordu, yaygınlaşıyordu.

Hava Harp Okulu öğrencilerinin çıkardığı 1968 yıllığından girişteki şu birkaç satırı aktaralım:

“Büyütelim adımlarımızı daha bir. Bir kez savaşa barıştan yükselmek, önümüzdeki gerçek. Konu yurt ise, topraksa ya da özgürlük ise bizim de söyleyeceklerimiz var topluma. Harbiyeli olarak görevimiz bu. Hakkımızı ulustan alıyoruz, gücümüzü Ata’dan. Artık tüfeklerimize barut yerine devrimci düşünceyi sürmek zorundayız. Tetik o zaman güvenilir olur. (Göksenin-Hava Harp Okulu Kültür Yıllığı 1968, s. 5)

Yıllığı çıkaranlar arasında Kızıldere şehitlerinden Saffet Alp de bulunmaktadır…

Yıllıkta mesela Ho Amca üzerine şöyle bir şiir yer almaktadır.

 

Bienli Ho’ya

 

-tüfek çatıldı uzakdoğuda

sevilere inat, bambu dalında

çarmıha gerildi insanlık.-

I.

saygon sokaklarına güneş düştü

üçyüz altmışsekizinci kez

gölge gölge

saçlarını yoldu diem’li kızlar

yortu günü öldürülen ho için.

II.

pirinç tarlasında doğurmuştu anası ho’yu

topraklarında fransız askerleri

-araenjez mon amour-u söylerken

ondokuz yıl önce

ve günlerden kötürüm bir pazartesi

buda’ya yalvarıyordu dilleri

üç yerinde üç süngü vietnam’ın

III.

habil ile kabil’in

kavgasını anlatıyordu rahip efendi

meryem ana ve bilinmeyen tanrı

yüce ailesiydi isa’nın

ve isa kardeşlerine

seviniz, seviniz birbirinizi diyordu

yeryüzünde tek gerçek bu

napalmlar yokmuş

kobaltlar imgeymiş sanki

sevmek oysa düş görmekti salt

isa bilmiyordu.

IV.

barış güvercinleri salındı göklere

honolulu’dan

duyun karıncalar duyun yortu günü

kiliseye giderken öldürüldü bien’li ho

anası yaktı kendini dayanamadı

 

kırkıncı günüydü külleri gömüldüğünün

tüfek çatıldı uzakdoğuda

ve çarmıha gerildi insanlık

bambu dalında. (age, s. 58-59)

 

Gerçekler işte böyle en kör gözlere bile batacak denli ortada olmasına rağmen Bin Kalıplılar hiç dönüp bakmazlar gerçeğe. Dedik ya onlar tam bir tekke mürididir. Onlar için dünyanın bütün gerçekleri Mao Zedung Tarikatının Pekin’deki merkezindedir. Onun dışında gerçek aramak maazallah dinden çıkarır insanı. Sapkın yapar. Bu nedenle de hafızlarımızın hiç umurunda olmaz Türkiye gerçekleri…

Burada belki şöyle bir soru akla gelebilir:

İyi de Ordu 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini niye yaptı?

Yapar. Kıvılcımlı da der ya; “Ordu faşizme de gider devrime de gider. Biz onun devrime giden yanını tutmalıyız”, diye.

Ne zaman der bunu?

12 Mart 1971 Faşist Darbesinden 1 hafta önce, 5 Mart’ta, yukarıda gördük.

ABD ve CIA, SüperNATO, ordu tepesindeki birkaç NATO’cu generali avlayıp tuzağına düşürdü mü faşist darbeyi yaptırtır onlara.

Fakat bu faşist darbelerin her birinde Ordu Gençliği’mizi temsil eden devrimci gelenekli yüzlerce subay ordudan ihraç edilmiş hatta bununla da kalınmamış, tıpkı Sivil Gençliğimiz gibi ve devrimci, ilerici halkımız gibi işkencelerden geçirilmiştir.

Her yıl 30 Ağustos’larda da yine Ordu içinde tespit edilen devrimci subaylar ihraç edilmiştir.

Ordu tepesindeki birkaç faşist generalin darbe yapması asla ordunun bütününün o eğilimi taşıdığını göstermez. Tam tersine Ordu Gençliği’miz ezici çoğunluğuyla Devrimci Geleneklidir. Ve bizim Demokratik Halk ve Sosyalist Devrimimizde de Vurucu Güç olarak gelip ön safta yerini alacak, rolünü oynayacaktır. Bundan hiç kuşku duymamalıyız.

Önderimiz Kıvılcımlı’nın ve bizim Ordu tahlilimiz budur, yoldaşlar… 19.04.2015

HKP Genel Başkanı
Nurullah Ankut

Print Friendly, PDF & Email