Bal gibi diktatörler, bal gibi teröristler

diktatörler_teröristler_HKPBal gibi diktatörler, bal gibi teröristler

Kim mi?

Kaçak Saraylı Reis’in AKP’giller’i.

Nedir diktatörlük?

En kısa ve net tanımıyla şudur:

Kanunlarla sınırlı olmayan güç, iktidar.

Bu tanımın ışığında bakınca AKP’giller’e, onların Türkiye’de 2002’den bu yana çok açık ve kesin anlamda bir diktatörlük kurduklarını ve uyguladıklarını görürüz. Bunlar, iktidarlarının hiçbir döneminde Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve onun Ceza Yasasına, Tüzüklerine ve Yönetmeliklerine uymamışlardır.

Ne yazık ve ne acıdır ki, onlara yaptıkları bu kanunsuzlukların, işledikleri her alandaki binbir suçun hesabını soracak bağımsız bir yargı da çıkamamıştır. Terörize edilmiştir yargı. Bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı çıkmıştır, Abdurrahman Yalçınkaya adlı. Bunların kanunsuzluklarına ve Laik Cumhuriyet’e karşı işledikleri eylemli kalkışma suçuna “dur” demek istemiştir. Dava açmıştır. Ama ne yazık ki Anayasa Mahkemesinin, emri kanunlardan almayan üyeleri, onun bu hukuki ve meşru talebini reddetmişlerdir.

Abdulvahap Yaren adında bir başka namuslu Cumhuriyet Savcısı çıkmıştır, bunların “Deniz Feneri” adlı yandaş derneğinin saf ve samimi dindar insanlarımızı dolandırarak onlardan aşırdığı milyonlarca liranın hesabını sormak istemiştir. Ama o da ne yazık ki, hukukçu görünümündeki kişiler tarafından önü kesildiğinden, başarılı olamamıştır. Üstelik de, niye bu namuslu tutumu takındın, diye hesap sorulmuştur ondan. Hakkında davalar açılmış, süründürülmüştür mahkemelerde. Başka da, ne yazık ki, çıkmamıştır bunlardan hesap sormaya kalkan hukukçu.

Tabiî Tayyip Erdoğan ve avanesinin, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde işlediği suçlardan (ki hepsi de zimmet, görevi kötüye kullanma, evrakta sahtecilik türü yüz kızartıcı suçlardandır), hesap sormaya kalkan savcılar, mahkemeler çıkmıştır. Ama onların da  önü kesilmiştir, ne yazık ki. Hatırlanacağı gibi, o dönemde bu avanenin 1 milyar dolar civarında kamu malı aşırdığı söylenmiş, yazılmıştır. Dönemin İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım, Koç Holding’ten Rahmi Koç ve daha birçok kişi söylemiştir bu yolsuzluğunu Tayyip ve avanesinin. Daha sonra Mehmet Bölük, Ergun Poyraz ve daha pekçok araştırmacı yazar, belgeleriyle ortaya koymuşlardır bu yolsuzlukları. Ama hesap sorulamamıştır ki…

Tayyip Erdoğan defalarca belirtmiştir, yargı bize ayak bağı oldu, diye. “Ben bu Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum.”, diye. Onun İçişleri Bakanı, öncesinde danışmanı Efkan Ala, Meclis kürsüsünden söylemiştir; “Ben bu Anayasayı tanımıyorum.”, diye.

Zaten, Anayasayı da, oradan kaynak alan yasaları da hiç tanımamışlardır. Başta Pensilvanyalı İmam’ın cemaati gelmek üzere, bir tarikatlar ve cemaatler koalisyonu biçiminde sürdürdükleri 14 yıllık AKP iktidarında hep suç işlemişler, hep kanunsuzluk yapmışlardır. Ve bu süreçte, Laik Cumhuriyet’i, her gün dirhem dirhem aşındırarak küçültmüşler, kütleştirmişler, parçalamışlar, yıkmışlar, çökertmişlerdir.

Hep söylediğimiz gibi, Türk Ordusu’nu, Türk Yargısını, Milli Eğitimini, Polisini, İstihbarat Örgütlerini, hep kanun dışına çekmişler, bu tarikat ve cemaat mensuplarıyla paylaşarak kendi yapılarını oluşturmuşlardır; kendi devletlerini inşa etmişlerdir bu devlet kurumlarının içinde. Sonunda da Türkiye Cumhuriyeti Devleti bitmiş, onun yerine Pensilvanyalı İmam’ın, diğer tarikat ve cemaatlerin ve Kaçak Saraylı Reis’in AKP’gilleri’nin devleti ortaya çıkmıştır, oluşmuştur.

İşte 15 Temmuz gecesi ve sonrasında yaşanan kanlı hesaplaşma ise, aslında, devletin tamamı senin mi olacak, benim mi olacak meselesinden ibarettir. Bazı bilim ve bilinç yoksunları, bilerek veya bilmeyerek, bunun bir darbe olduğunu iddia ettiler. Ve hâlâ da iddialarını sürdürüyorlar. Bu tutumlarıyla da, kimisi isteyerek, kimisi de farkında olmadan Kaçak Saraylı Reis’in ve AKP’giller’in safında yer almış oluyor.

İki gayrimeşru gücün, iki suç örgütünün ganimet paylaşımı nasıl “darbe” diye adlandırılabilir?

Gülünç bir şey bu iddia.

Adamın oturduğu Saray, kaçak. Yani kanunsuz. Yani kanunlara göre derhal yıkılması ve eski haline döndürülmesi gerekir o arazinin. Ama güç bunda…

Kim uygulayabilir, mahkeme kararını?

Burada teslim edelim: Bu kararları veren mahkemeler de hukuka uyan, hukuktan emir alan, bu sebeple de saygı duyulması gereken mahkemelerdir.

Adam Yenikapı’da miting yapıyor; o alan da kanun dışı. Mahkeme kararlarına uyulmuş olsa, o alanın da derhal ortadan kaldırılıp Marmara Denizi’nin eski haritasına dönülmüş olması gerekir. Yani o haritaya uygun hale getirilmesi gerekir Marmara Denizi’nin.

Onların bu yolsuzluklarının saymakla sonu gelmez. Karadeniz’in hemen bütün önemli derelerini HES’lerle imha ediyorlar. Doğal yapıyı mahvediyorlar. Bunun önüne geçmek isteyen mahkeme kararlarını hiçe sayıyorlar. Hatta, Ege’den Akdeniz’e, Karadeniz’in batısından doğusuna hemen her yerde; nerede bir yeşil alan var, şehirlerimizde nerede bir “kupon arsa” var, oraya mermi hızıyla saldırıyorlar, el koyuyorlar, iç ediyorlar, yağmalıyorlar. Adamlar, ömürleri yetse, Türkiye’nin tamamını taşla, betonla kaplayıp ranta, paraya dönüştürecekler. Yeşil diye bir şey bırakmayacaklar.

Yani bunların yaptıkları her iş kanunsuz. Söyledikleri her şey yalan.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı da, tam bir diktatörlüktür, bunların uyguladığı. Ve halen de uygulamaya devam ettiği…

15 Temmuz sonrasında, Pensilvanyalı İmam’ın yaşadığı hezimetle birlikte bunlar, Laik Cumhuriyet’i yıkarak yerine oluşturdukları Ortaçağcı devletin tam hakimi oldular, tek başlarına. Onun verdiği pervasızlıkla da Laik Cumhuriyet’ten arta kalmış son kamu kuruluşlarını da haraç mezat satışa çıkardılar. “Özelleştirme” adı altında, kendi yetiştirdikleri yandaş vurguncu Parababası Müteahitlerle kırışacaklar bu kamu mallarını. Bunların arasında neler neler var…

Görelim bazılarını:

“Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi, Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, TRT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü.” (http://www.ntv.com.tr/ekonomi/100den-fazla-kurum-icin-ozellestirme-karari,tDNq0IhR-k-CQUL94IuIdA)

İşte, ne kanun var, ne nizam… Adam özelleştiriyorum, diyor, satıyor, vuruyor, yağmalıyor, geçip gidiyor.

Kim dur diyebilecek buna?

Kimse…

Orduyu parça parça böldü. Ve herbir parçasını doğrudan kendilerine bağladı.

Kim gık diyebildi, bizim dışımızda?

Kimse…

Bizim de işte gücümüz yetmiyor bunları durdurmaya ve hesap sormaya, şu an için. İleride yetecek…

Hep söylediğimiz gibi; 15 Temmuz sonrası nedir moda akım?

“FETÖ’cü Şeytanı taşlama ayini.”

En sağcısından en solcusuna kadar herkes, bu ayinin içinde. Ya da ayincilerin saflarında.

Bir diğer moda akım da nedir?

“Kaçak Saraylı Reis’e ve AKP’giller’e biat ayini.”

Yine, bizim dışımızda herkes, bu ayinin içinde. Tabiî aynı tonda, aynı biçimde değil. Herkes farklı bir üslupta katılıyor bu ayine. Yani burada da “grinin”, pardon, ayinin “elli tonu”nu görmekteyiz.

Sadece biz durduk mızrak gibi, samuray kılıcı gibi, dimdik… Hiç eğilip bükülmeden… Hiç yamulmadan…

Dedik ki;

“Kaçak Saraylı’nın AKP’giller’i de, Pensilvanyalı İmam’ın tarikat mensupları kadar suçludur. Her ikisi de Laik Cumhuriyet’in katlinden, onun imhasından suçludur. Bunları kantara vursanız; birinin diğerinden bir gram hafif gelmez suçu. O sebepten bunların her ikisi de, hukuka ve insan vicdanına bağlı savcı ve yargıçlardan kurulu özgür bir mahkemenin karşısında suçlular olarak yan yana dizilmelidir. Bu hesap sorulmadan, bu hesap kapanmaz.”, dedik.

Adam, kafasından kanun koyuyor:

Diyor ki; “2013 17-25 Aralığına kadar, Pensilvanyalı İmam’la iş tutmuş olanların herhangi bir suçu yoktur. Onlar bir suç işlememiştir. Fakaaat; o tarihten itibaren, biz Pensilvanyalı İmam’ı şeytan olarak ilan ettiğimiz tarihten itibaren, onunla bağını koparmayanlar suçludurlar.”

Adamın kanunu bu…

Niye bu kanunu koyuyor?

Şundan:

O tarihe kadar Pensilvanyalı İmam’ın dünyadaki en büyük ve en önde gelen, en etkili ve yetkili yandaşı, arkadaşı ve suç ortağı kimdir?

Kaçak Saraylı Reis ve onun AKP’gilller’i…

Pensilvanyalı’nın kadrolarını orduya, yargıya, Milli Eğitime ve tüm diğer devlet kurumlarına akın akın yerleştiren kimdir o tarihe kadar?

Kaçak Saraylı ve AKP’giller…

Devlet içindeki en büyük yığınağı, AKP’giller’in iktidarı sürecinde yapmıştır Pensilvanyalı İmam. Devlet içindeki kadrolarının yüzde yetmiş, hatta seksenini bunların iktidarı döneminde yerleştirmiştir devlete. Bu sebepten, devletin çökertilmesinde, Laik Cumhuriyet’in yıkılmasında, Türk Ordusu’nun perperişan hale düşürülmesinde Kaçak Saraylı’nın ve AKP’giller’in suçu, Pensilvanyalınınkinden bile ağır çıkar esasında. Fakat, en asgarisinden ölçüye vursak bile, başa baş çıkar. Evet, gerçek oran bu sayılabilir. Biz, bu oranı esas alarak yargılayacağız bunları. Bunlar şimdi “Siz kimsiniz?.. Gücünüz ne ki bizden hesap sormaya kalkıyorsunuz?..”, diye gülebilirler bize. Gülsünler bakalım, sevinsinler bir süre…

Mustafa Kemal ve 19 yoldaşı da Bandırma Vapuru’ndayken, İstanbul’daki emperyalist işgal kuvvetleri de ve onların kuklası Vahdettin ve İstanbul Hükümetleri de hafife alıyorlardı, Ulusal Kurtuluşçuları, vatanseverleri, antiemperyalistleri. Sonunda fena halde yanıldıklarını gördüler. Bunlar da görecek…

Tabiî bunlara göre Türkiye’de herkes ahmak. Tek uyanık bunlar. Adam kendisini temize çıkarmak için 2013 Aralığı öncesi yapılmış işler suç kapsamına girmez. Ancak ondan sonrakiler suç oluşturur, diyor. Kimse de; “Böyle bir şey olur mu yahu?.. Bu nasıl bir saçma şeydir?..”, diye ciddi bir tepki ortaya koymuyor. Mahkeme görünümü altındaki kuruluşlar; “Olmaz arkadaş böyle bir şey. Pensilvanyalı İmam’ın cemaati bir suç örgütüyse, onun başlangıçtan bugüne yaptığı bütün kanunsuzluklar suç kapsamı içine girer. Bu işlerde onunla birlik olanlar da aynı suçu, iştirakleri oranında işlemiş olurlar.”, demiyor.

Şimdi biz bunlara “hukuki kurumlar” mı diyeceğiz?

Hayır, hayır. Bunlar sadece görünüşte, sureta mahkemedir. Yoksa esasında değil… Hepsi aslında AKP’giller’in adli işler bürosu konumundadır. Oralarda Anayasa ve kanunlara yer yoktur. Orada egemen kanun, Kaçak Saraylı Reis’in ağzından çıkan her buyruktur. Öylesine güçlü kanunlardır ki bunlar, neredeyse Tanrı buyruğu mertebesindedir. Ona karşı çıkma cesaretini gösteren her kişi, anında “Paralelci, FETÖ’cü, Darbeci” ilan edilip polis baskınlarına, gözaltılara işkencelere uğratılabilir. Ne yazık ki Türkiye’nin şu an getirilmiş bulunduğu durum, daha doğrusu, içine düşürülmüş bulunduğu cehennem budur.

Şimdi, gerek cezaevlerinde olsun, gerek aranır durumda bulunsun; suç işlemiş her kişi, yani her tecavüzcü, her hırsız, her dolandırıcı, her katil aynı iddiada bulunabilir. 2013 Aralığından önce yapılan bütün işler, suç kapsamından çıkarılsın. Hiçbiri suç sayılmasın. Biz de, “suçlu”, diye nitelendirilmeyelim. Çünkü eylemlerimiz 2013 Aralığı öncesinde olmuştur. Kaçak Saraylı’nın mantığına ve hukuk anlayışına göre bütün bu suçluların da aynı talepte bulunma hakkı vardır.

Fakat, bulunamazlar tabiî. Çünkü onların ellerinde silahlı adamlardan oluşmuş polis orduları, asker orduları yoktur.

Demek oluyor ki arkadaşlar; Türkiye’nin içine düşürüldüğü bu durumda, silahlı ordulara sahip olan, her türlü kanundan muaftır. O, kafasına esen her işi yapabilir, her suçu işleyebilir. Kimse de ondan hesap soramaz. Üstelik de, onun ağzından çıkan her şey kanun yerine geçebilir. Ona uymayan herkes de anında suçlu duruma düşebilir. Tutuklanabilir, işkence görebilir, zindana atılabilir.

İşte bütün bu sebeplerden diyoruz ki, arkadaşlar biz:

Kaçak ve Haram Saraylı Reis ve AKP’giller; bal gibi ya da zehir gibi diktatördürler. Bunların iktidarı lamsız cimsiz bir diktatörlüktür.

Bunlar, aynı zamanda da teröristtir. Bir terör örgütüdür, AKP’giller. Çıkar amaçlı bir suç örgütüdür.

Nedir terör?

İnsanları korkutma, yıldırma ve saf dışı etme amacıyla kullanılan şiddettir. Zaten, sözcüğün kökeni de Latince “terrere” ya da “terreo”dur. Anlamı ise, “korkudan titreme” ya da “titremeye sebep olma” demektir.

Demek ki, böyle bir amaca ulaşmak için uygulanan şiddettir, terör. Terörü, devlet dışı kurumlar da yapabilir, devletler de, hükümetler de…

AKP’giller, 2002’den bu yana, yani iktidarlarının başından bu yana hep ellerinde tuttukları gücü kullanarak düşman ilan ettikleri yüzde 50’ye karşı hep şiddet uygulamışlardır. Antiemperyalistler, Ulusal Kurtuluşçular, Kuvayimilliyeciler, Mustafa Kemal’ciler ve laik kesim üzerinde durup dinlenmeksizin hep değişik türlerde olmak üzere şiddet uygulamışlardır. İşte bu şiddetlerini de kalıcı kılmak için, “Dindar ve Kindar bir nesil” yetiştirmeye hız vermişlerdir. Böylece hem iktidarlarını daimi kılacaklar, hem de hedefleri olan Faşist Din Devletlerini kurabileceklerdir. Amaçları bu olmuştur. Ve 14 yıldan bu yana yapıp ettikleri her şey de bu amaca yönelik olmuştur.

Burada, 1980’den beri Almanya’da yaşayan ve 2012 yılından beri de Berlin Sanat Üniversitesi’nde akademisyen olan felsefeci, Güney Kore doğumlu Byung-Chul Han’ın “Şiddetin Topolojisi” adlı kitabının giriş bölümünden şu paragrafları okuyalım:

“KAYBOLMAYAN       şeyler vardır. Onlardan biri de şiddettir. Modernitenin şiddetten hazzetmediğini söyleyemeyiz. Ancak şiddet kılıktan kılığa giren bir oyuncu. Toplumsal durumlara bağlı olarak suretini değiştiriyor. Günümüzde aşikârlıktan mahremiyete, cephesel karşılaşmadan viral buluşmaya, kaba güçten medyatiğe, fiziksellikten ruhsallığa, olumsuzdan olumluya kayıyor ve derinin altına, satır aralarına, kılcal damarlara ve sinir uçlarına doğru geri çekiliyor- öyle ki tamamen ortadan kaybolduğu yanılsamasına kapılabiliyoruz. (…)

“Şiddetin topolojisi, öncelikle şiddetin olumsuzluk kılığında tezahür eden makrofiziksel görüntülerine yönelir; Ego, ve Alter, İç ve Dış, Dost ve Düşman gibi iki kutuplu gerilim hatlarında ilerler. Genellikle dışa dönüktür, patlayıcı güçtedir, masif ve kanlı ifade eder kendisini. Bu şiddet biçimleri arasında arkaik ve kanlı kurban ayinlerini, kıskanç ve intikamcı tanrıların mitolojik gazabını, hükümdarın öldürücü şiddetini, işkenceyi, gaz odasının kansız şiddetini ya da terörizmin viral şiddetini sayabiliriz. Makrofizik şiddet daha örtük biçimlerde, örneğin dilsel bir şiddet olarak da karşımıza çıkabilir. Keskin bir dilin şiddeti de fiziksel şiddet gibi olumsuzluk üzerine bina edilmiştir, çünkü bir şeyden yoksun bırakır, yaralar hedefini: İftira atar, itibarsızlaştırır, aşağılar veya hakaret eder. Bir olumsuzluk şiddetidir. Oysa bir de olumluluğun şiddeti vardır: Dilin spamlaşması, aşırı iletişim, aşırı haber ve bilgi, azmanlaşmış bir dil, iletişim ve haber kütlesi, olumluluğun şiddetinin görüntüleridir.” (Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, İstanbul, Mayıs 2016, s. 9-10)

Bu felsefecinin de açıkça ortaya koyduğu gibi, şiddet; bir fiziki, kaba güç biçiminde uygulanabilir. Kan döküp cana kıyma biçiminde tezahür edebilir. Her türden vahşiyane suçun işlenmesi, hatta savaş suçunun da işlenmesi görünümü olarak sergilenebilir.

Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller, böylesi bir terör yani şiddet uygulamışlar mıdır?

Evet, uygulamışlardır. Yurt içinde yüzlerce, binlerce insanımızın katledilmesi suçunu işlemişlerdir. Hemen ilk akla geliveren; Gezi Direnişçilerimizin polis kurşunlarıyla, gaz fişekleriyle, gaz bombalarıyla katledilmesi buna taze bir örnektir. Her 1 Mayıs’ımızı yine aynı şekilde yasaklamalarla, polis coplarıyla, tazyikli, ilaçlı sularla, TOMA’larla ve gaz fişekleriyle zehir etmiştir bunlar, ülkemizin aydınlık insanlarına. Reyhanlı’da, Uludere-Roboski’de, Hızlı Tren’de yüzlerce insanımızın katline sebep olmuşlardır. Soma’da 301 maden işçisi kardeşimizin, yerin yüzlerce metre altında yanarak ölmesine sebep olmuşlardır. Bunula da kalmamışlar, işçi yakınlarını tekmelemişler, tokatlamışlardır.

Yine Mecidiyeköy’de, yandaş müteahitlerinin vurgun inşaatında 10 işçimizin ölümüne sebep olmuşlardır. Ve her yıl 1300 civarında işçimiz bunların yandaşı vurguncu işverenlerin azgın kâr hırsları sebebiyle hayatını kaybetmektedir, iş cinayetlerinde.

Okulsuz bıraktıkları Atanamayan 300 bin öğretmenimize tarifsiz acılar çektirmişler, ruh sağlıklarını bozmuşlar, hayatlarını karartmışlardır. 40 kadar öğretmenimizin de bu sebeple intiharına sebep olmuşlardır.

Yine, devletin ordu dahil, polis ve yargı dahil her kurumuna kendi elleriyle yerleştirdikleri Pensilvanyalı İmam’ın askerleriyle giriştikleri 15 Temmuz hesaplaşmasında 400 civarında vatan evladının katledilmesinin sorumlusu ve suçlusudur bunlar da. Tabiî Pensilvanyalı İmam’la birlikte…

Ve hâlâ da işkenceler bütün hızıyla sürdürülmektedir.

Bütün bunlardan başka, ABD Emperyalistleriyle ettikleri suç ortaklığı sürecinde ülkemizde ve Ortadoğu İslam ülkelerinde 10 milyon civarında Müslüman halkın katlinden de sorumludur bunlar.

Demek ki, terör-şiddet, bunların vazgeçilmez karakteristik davranış biçimidir. İktidarlarını sürdürebilmek için durup dinlenmeden terör uygulamaktadırlar.

Terörün bir diğer biçimi olan, fiziki şiddet biçiminde değil de, manevi şiddet biçiminde olanını da, durup dinlenmeden uygulamıştırlar ve buna kesintisiz biçimde devam da etmektedirler.

Birinci Kuvayimilliyecileri, antiemperyalistleri, laikleri, yurtseverleri, Mustafa Kemal Geleneğine sahip insanlarımızı hiç durmaksızın aşağılamışlardır, onlara en aşağılık iftiralarla saldırmışlardır. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’yü “İki Ayyaş”, diye adlandırmışlardır. Dinsizlikle suçlamışlardır. “Bunlar camileri ahır yaptı” diye iğrenç yalanlarla, iftiralarla karalamaya çalışmışlardır.

15 Temmuz’da Pensilvanyalı İmam’la giriştikleri kanlı ganimet paylaşım savaşının bile sorumlusu olarak Tek Parti Dönemini ve laikleri göstermişlerdir. Hiç utanıp sıkılmadan bunu bile yapabilmişlerdir.

“Biz, Ortaçağcı Faşist Din Devleti kurmak istiyoruz. Bize tabi olmayan, bizimle birlik olmayan herkes bizim düşmanımızdır ve yok edilmelidir.”, diyerek gerçek niyetlerini ortaya koyamadıkları için böyle aşağılık, pis, mide bulandırıcı yalan ve iftiralarla laik kesimi ve Laik Cumhuriyet Dönemini karalamaya, yaralamaya çalışmışlardır. Ki bu yaptıkları da yukarıda derinlikli düşünür Byung-Chul Han’ın da dediği gibi, düpedüz bir terördür, şiddettir.

Şiddetin bir üçüncü türü olan ve adı geçen düşünürün “olumluluğun şiddeti” olarak tanımladığı şiddeti de hiç kesintisiz uygulamışlardır ve uygulamaktadırlar.

Nedir bu?

 Durup dinlenmeden kendi yapıp ettiklerini, hemen hemen tamamını ele geçirdikleri medyada överek kitleleri şartlandırmaya, sürüleştirmeye çalışmışlardır. Meydanlarda, ekranlarda, Kaçak Saray’ın salonlarında her an Tayyip Erdoğan höykürmektedir. Metin yazarları ordusunun yazıp prompter’a yüklediği demagojik kandırmacaları durup dinlenmeden okumakta, bundan hiç bıkmamaktadır.

Öyle ki geçen seçim döneminde bazı mizah yazarları, “Gün 24 saat ama Tayyip Erdoğan 50 saat konuşabilmektedir bu süre zarfında.”, diye akıllıca, zeka örneği mizahi yazılar yazmışlardır. Öyle ya; yandaş ekranlardaki konuşma sürelerini topladığınız zaman, bir gün içinde Tayyip’in 50 saat civarında konuşmuş olduğunu görebilirsiniz. Tabiî AKP’giller’in alt düzeydeki diğer sözcüleri de durmaksızın konuşmaktadırlar, meydanlarda, ekranlarda, kürsülerde.

Medya, neredeyse bütünüyle ellerinde bulunduğu için, karşıtlarının hiç söz hakkı olmamaktadır.

Tabiî bize herkes düşmandır. Bu sebeple de, yazılarımız, haberlerimiz, ABC Gazetesi ve bazı namuslu yerel internet ve basılı gazetelerin dışında hiç yer almaz. Adımız geçmez. Çünkü, bizim başdüşmanımız, ABD Emperyalistleri ve onların yerli, hain işbirlikçileridir.  Bizim dışımızdaysa herkes, ABD Emperyalistlerine yandaştır. O bakımdan düşmandır onlar bize.

Sonuç olarak AKP’gillerin, diktatörlüğüne ve teröristliğine dönersek yeniden: Bunların, terörün yani şiddetin her üç türünü de 12 yıldan bu yana durup dinlenmeksizin uygulamakta olduklarını görürüz. Bunda da kendileri açısından çok başarılı olmuşlardır.

Bizim dışımızda onların karşısında dimdik duran, halkın dostu bir tek güç kalmamıştır. Bir tek bizi korkutup, sindirip, yıldıramamıştır bunlar. Hiçbir zaman da buna güçleri yetmeyecek. Çünkü biz, gerçek insanız, gerçek devrimciyiz. Bizim için onur yaşamdan önemlidir. Öyle olduğu için de bizi, namus bellediğimiz yoldan döndürmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Sonunda da bunları biz yeneceğiz, biz hesaba çekeceğiz…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

20 Ağustos 2016

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı

Print Friendly, PDF & Email